Milli Eğitim Bakanlığı’nda görevimden bazı özel sebepler
yüzünden ayrılmak mecburiyetinde kalmıştı. Üç yılımı sağda solda çeşitli
işlerde çalışarak geçirmiş ve tekrar öğretmenliğe dönme isteğiyle harekete
geçmiştim. Ama, ancak özel okulda çalışabilirdim. Bir hafta kadar çeşitli
okullarla görüştüm. Sonunda bir tanesiyle anlaştık. Bu okulu diğerlerinden
ayıran bir özelliği vardı: Gece eğitim vermesi. Okul, gündüz çalışan ve kendi
parasıyla eğitim görmek isteyen gençlere hitap ediyordu ve oldukça ilgimi çekmişti.
Bu öğrenciler madem ki okumaya bu kadar istekli ve gayretliydi, o zaman başarı
için çok çalışacak, hocalarının sözlerini dinleyecek ve bu da bizim için büyük
bir kolaylık sağlayacaktı.
Bir hafta sonra göreve başlayacaktım. Ve
bir hafta sonrasının pazartesisi geldi. O gün daha doğrusu akşamüstü traşımı
oldum, takım elbisemi giydim ve gece okulundaki ilk günüme başlamak üzere yola
koyuldum.
Okul uzaktan göründü. Buraya daha önce
gündüz geldiğim için gece ki görünüşü farklı gelmişti. Bir kasvet, bir
terkedilmişlik havası vardı. Adeta günümüze ışınlanıvermiş tarihöncesi bir
binaydı. Simsiyah granitten örülmüş dış duvarların arasında kocaman demir
kapıya yaklaştım. Bu bina mutlaka şatafata düşkün bir Osmanlı paşasının veya
ekabirden birinin evi veya çalışma yeri olabilirdi. Kapının önüne geldim,
kocaman bir arma vardı ve böyle bir armayı ilk kez görüyordum. Kapının tam
ortasına sapasağlam bir şekilde tutturulmuş olan armada taş bir kadeh ve içinde
sivri dişleri olan ve galiba boynuzumsu çıkıntılara da sahip bir çeşit kafatası
vardı. Kadeh şeklini görünce aklıma Hz. İsa’nın (A.S.) son yemeğinde kullandığı
ve sonraları Kutsal Kase olarak adlandırılan nesne geldi. Ama herhalde bunun
onunla bir alakası olamazdı. Her neyse, bir an için kafamda beliren bu
düşünceleri bir kenara bırakarak, zil
olduğunu tahmin ettiğim düğmeye bastım. Kısa bir süre sonra siyahlar giymiş dev
gibi bir adam kapıda belirdi. Ne istediğimi sorunca geliş sebebimi
anlattım.”Hoş geldiniz” diyerek beni içeri aldı. Okulun bahçesine ayak bastım,
yerler taştan örülmüştü. Asırlık ağaçlar gökyüzüne selam durmuştu. Ağır işçilik
ürünü sokak lambaları bahçeyi loş bir şekilde aydınlatmıştı. Bekçi olduğunu
zannettiğim iri kıyım adamın peşinden gitmeye başladım. Okul binasına yaklaştık
, giriş kapısının önüne geldik. Sarı pirinçten kapı kolunu çevirince metal kapı
yumuşakça açılıverdi. Önümde uzun bir koridor vardı. Ve tavana gizlenmiş
florasan lambalarla aydınlatılmıştı. Kimi odaların kapısı açık, kiminin de
kapalıydı, anlaşılmaz uğultular yükselmekteydi kimilerinden. Sağdaki ilk odanın
kapısını çaldık, içeriden tok bir “Giriniz” lafı gelip kulaklarımızda çınladı.
Dev adam kapıyı açtı. Klasik bir Ortaçağ havası sarıverdi etrafımı. Mobilyalar,
seçilen renkler, ağır perdeler buram buram o günlerin havasındaydı. Bir zaman
makinesiyle buraya ışınlanmıştım sanki. Ve okulun sahibi her kim ise –çünkü
henüz sahibini tanımıyordum- oldukça zevkli ve çalışkan birisiymiş. Tarihi ve
tarihi mekanları çok severdim, çünkü bende bir tarih öğretmeniydim. Ve buranın havasının
beni sarıvermesi gerekiyordu. Fakat; bir şey vardı burada, insanı rahatsız eden
ve anlaşılamayan bir şey. Bu tarihi mekanda bir soğukluk, yüreğe işleyen garip
bir soğukluk vardı ve tedirgindim. Bu, belki yeniden göreve başlamanın ve böyle
güzel ve tarihi yerde çalışacak olmanın verdiği heyecandı. Ya da ben böyle
olmasını umuyordum. Ve bu hissettiklerim çok çok kısa süren bir anlık zaman
diliminde içimde bir yerlerde belirivermişti
ve dalmıştım. “Hoş geldiniz” dedi tok ses. “Hoş bulduk, ben yeni tarih
hocası Selim” diyerek elimi uzattım. “Ben de bu okulun müdürü Sufi, umarım
okulumuzdan memnun kalırsınız.” “Umarım” dedim devam etti: “Öğrencilerimiz
hakkında şunu belirtmeliyim; onlar gündüz çalıştıkları için pek gündüz
görünmezler, ancak gece görebilirsiniz, bundan daha önemlisi, hem çalışıp hem
okudukları için sağlıkları pek yerinde değildir, zayıf ve bakımsız görünürler.
Ama, onları dışlamaktansa kazanmak gerekir. Görünüşleri sizi tedirgin etmesin,
bulaşıcı bir hastalık yok, sadece ve sadece yeterli beslenemiyorlar.” Sufi Bey
bunları söylerken, ben de onu incelemiştim. Kendisinin de pek iyi beslendiği
söylenemezdi. Tarif ettiği öğrencilere benziyordu. Bunca antika, lüks eşyalar
ve beslenemeyen öğretmen ve öğrenciler... Garip bir ikilemdi bu.
Saatime baktım. İlk dersimin başlamasına
on üç dakika vardı. Müdür Bey’den müsaade isteyip odadan çıktım. Peşimden çıkan
iri bekçiye-bekçi olduğuna pek inanmamıştım-öğretmenler odasını sordum. “Soldan
yedinci kapı” dedi iri işaret parmağıyla göstererek. Sağ eliydi ve kocaman,
siyah bir yüzük takılıydı. Üzerinde de, bahçe kapısındaki armanın aynısı vardı.
Teşekkür edip oraya doğru ilerledim. Kapı hafif aralıktı. İttirince iyice
açıldı. Aynı Ortaçağ havasına daldım. Oymalı bir sandalyeye oturdum, önümdeki
kocaman masa da, kesinlikle bir sanat şaheseriydi. Odada sadece ben vardım.
Diğer öğretmenler neredeydi? Belki son anda geliyorlar ya da bugün sadece benim
dersim var diye düşünürken, bir zil çaldı. Zilden daha çok bir gonga
benziyordu. Saatime baktım, daha beş dakika vardı derse, bu, öğrenci gongu
olmalıydı. Bu sırada dışarıdan ayak sesleri geldi; koşuşturan, bağırıp çağıran
öğrenciler sınıflarına gidiyorlardı. İyi ama, bahçe ve koridor boştu, bunlar
nereden gelip nereye gitmekteydiler?
Belki bir oyun alanı falan vardı ve oradan çıkmışlardı. Ya da bir servis falan
gelmişti benden sonra, bilemiyordum. Bunları düşünürken, ikinci bir gong daha
çaldı. Çantamı alıp öğretmenler odasından çıktım, sınıfların yukarıda olduğunu
tahmin ederek yukarıya çıkan merdivenlere yöneldim. Kara mermerden basamakları
çıkarak, üst koridora ulaştım. 10/A sınıfınaydı ilk dersim. Sınıf kapılarının
üzerinde koyu kırmızı harfler ve rakamlarla sınıflar ve şubeler yazılıydı.
Aradığım sınıfı buldum, içeriden hafif uğultular geliyordu. Ağır sınıf
kapısının pirinç kolunu kavrayarak açtım, içeriden kesif bir koku hücum etti.
Sanki sınıfta bir hayvan leşi vardı. Kapıyı açmış olduğum için girmek
mecburiyetinde kaldım. Müdür Bey’in söylemiş olduğu gibi bakımsız öğrenciler
karşımdaydı işte. Bana bakarlarken yutkunuyorlar gibi geldi. Ayağa kalkmış
“oturun!” dememi bekliyorlardı galiba. “Oturun!” dedim ama hiç birisi oturmadı.
Tekrarladım, hiç oralı olmadılar. Aralarından bir tanesi adeta
gırtlaklanıyormuş gibi bir sesle “Hoş geldiniz sevgili öğretmenimiz, biz de
sizi bekliyorduk hasretle” dedi. Sesi, bütün tüylerimi diken diken etmişti.
Kendi sesim titremeye başlamıştı: “Hoş-bulduk. Se se sen hasta mısın, sesin iyi
değil” diyebildim. Cevapladı: “Yoo, hasta değilim, hatta sizi görünce, kendimi
daha iyi hissettim.” Yavaş yavaş sıralarından ayrılıp, bana doğru geliyorlardı.
Gözleri parlıyor ve mütemadiyen yutkunuyorlardı. Konuşan öğrenci elimi tuttu ve
beni kendine doğru çekmeye başladı, diğerleri de kollarıma, bacaklarıma,
boynuma yapışmış ve çekiyorlardı. “Ne oluyor?! DURUN!!! SAYGISIZLAR!!”
Çığlıklar halinde bunları söylüyordum. Aniden sol kolumda müthiş bir acı
hissettim, öğrencilerden (!) birisi kolumu dişlemişti. Ve hemen peşinden
onlarca diş etlerimi parçalamaya başladı. Bu gece okulunun bir okul değil,
efsanelerde sözü edilen Yamyam Zombilerin gerçekliğini ispatlayan bir mekan
olduğu gerçeği aniden kafama dank etmişti. Bilincimi yitirmeden önce, son
duyduğum ses şu idi: “Yeterince beslenemiyoruz Hocam!!!”
Mahir
ÖZDİLEK
01.10.2002
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder