7 Aralık 2012 Cuma

GECE OKULU


Milli Eğitim Bakanlığı’nda görevimden bazı özel sebepler yüzünden ayrılmak mecburiyetinde kalmıştı. Üç yılımı sağda solda çeşitli işlerde çalışarak geçirmiş ve tekrar öğretmenliğe dönme isteğiyle harekete geçmiştim. Ama, ancak özel okulda çalışabilirdim. Bir hafta kadar çeşitli okullarla görüştüm. Sonunda bir tanesiyle anlaştık. Bu okulu diğerlerinden ayıran bir özelliği vardı: Gece eğitim vermesi. Okul, gündüz çalışan ve kendi parasıyla eğitim görmek isteyen gençlere hitap ediyordu ve oldukça ilgimi çekmişti. Bu öğrenciler madem ki okumaya bu kadar istekli ve gayretliydi, o zaman başarı için çok çalışacak, hocalarının sözlerini dinleyecek ve bu da bizim için büyük bir kolaylık sağlayacaktı.
      Bir hafta sonra göreve başlayacaktım. Ve bir hafta sonrasının pazartesisi geldi. O gün daha doğrusu akşamüstü traşımı oldum, takım elbisemi giydim ve gece okulundaki ilk günüme başlamak üzere yola koyuldum.
      Okul uzaktan göründü. Buraya daha önce gündüz geldiğim için gece ki görünüşü farklı gelmişti. Bir kasvet, bir terkedilmişlik havası vardı. Adeta günümüze ışınlanıvermiş tarihöncesi bir binaydı. Simsiyah granitten örülmüş dış duvarların arasında kocaman demir kapıya yaklaştım. Bu bina mutlaka şatafata düşkün bir Osmanlı paşasının veya ekabirden birinin evi veya çalışma yeri olabilirdi. Kapının önüne geldim, kocaman bir arma vardı ve böyle bir armayı ilk kez görüyordum. Kapının tam ortasına sapasağlam bir şekilde tutturulmuş olan armada taş bir kadeh ve içinde sivri dişleri olan ve galiba boynuzumsu çıkıntılara da sahip bir çeşit kafatası vardı. Kadeh şeklini görünce aklıma Hz. İsa’nın (A.S.) son yemeğinde kullandığı ve sonraları Kutsal Kase olarak adlandırılan nesne geldi. Ama herhalde bunun onunla bir alakası olamazdı. Her neyse, bir an için kafamda beliren bu düşünceleri bir kenara  bırakarak, zil olduğunu tahmin ettiğim düğmeye bastım. Kısa bir süre sonra siyahlar giymiş dev gibi bir adam kapıda belirdi. Ne istediğimi sorunca geliş sebebimi anlattım.”Hoş geldiniz” diyerek beni içeri aldı. Okulun bahçesine ayak bastım, yerler taştan örülmüştü. Asırlık ağaçlar gökyüzüne selam durmuştu. Ağır işçilik ürünü sokak lambaları bahçeyi loş bir şekilde aydınlatmıştı. Bekçi olduğunu zannettiğim iri kıyım adamın peşinden gitmeye başladım. Okul binasına yaklaştık , giriş kapısının önüne geldik. Sarı pirinçten kapı kolunu çevirince metal kapı yumuşakça açılıverdi. Önümde uzun bir koridor vardı. Ve tavana gizlenmiş florasan lambalarla aydınlatılmıştı. Kimi odaların kapısı açık, kiminin de kapalıydı, anlaşılmaz uğultular yükselmekteydi kimilerinden. Sağdaki ilk odanın kapısını çaldık, içeriden tok bir “Giriniz” lafı gelip kulaklarımızda çınladı. Dev adam kapıyı açtı. Klasik bir Ortaçağ havası sarıverdi etrafımı. Mobilyalar, seçilen renkler, ağır perdeler buram buram o günlerin havasındaydı. Bir zaman makinesiyle buraya ışınlanmıştım sanki. Ve okulun sahibi her kim ise –çünkü henüz sahibini tanımıyordum- oldukça zevkli ve çalışkan birisiymiş. Tarihi ve tarihi mekanları çok severdim, çünkü bende bir tarih öğretmeniydim. Ve buranın havasının beni sarıvermesi gerekiyordu. Fakat; bir şey vardı burada, insanı rahatsız eden ve anlaşılamayan bir şey. Bu tarihi mekanda bir soğukluk, yüreğe işleyen garip bir soğukluk vardı ve tedirgindim. Bu, belki yeniden göreve başlamanın ve böyle güzel ve tarihi yerde çalışacak olmanın verdiği heyecandı. Ya da ben böyle olmasını umuyordum. Ve bu hissettiklerim çok çok kısa süren bir anlık zaman diliminde içimde bir yerlerde belirivermişti  ve dalmıştım. “Hoş geldiniz” dedi tok ses. “Hoş bulduk, ben yeni tarih hocası Selim” diyerek elimi uzattım. “Ben de bu okulun müdürü Sufi, umarım okulumuzdan memnun kalırsınız.” “Umarım” dedim devam etti: “Öğrencilerimiz hakkında şunu belirtmeliyim; onlar gündüz çalıştıkları için pek gündüz görünmezler, ancak gece görebilirsiniz, bundan daha önemlisi, hem çalışıp hem okudukları için sağlıkları pek yerinde değildir, zayıf ve bakımsız görünürler. Ama, onları dışlamaktansa kazanmak gerekir. Görünüşleri sizi tedirgin etmesin, bulaşıcı bir hastalık yok, sadece ve sadece yeterli beslenemiyorlar.” Sufi Bey bunları söylerken, ben de onu incelemiştim. Kendisinin de pek iyi beslendiği söylenemezdi. Tarif ettiği öğrencilere benziyordu. Bunca antika, lüks eşyalar ve beslenemeyen öğretmen ve öğrenciler... Garip bir ikilemdi bu.
      Saatime baktım. İlk dersimin başlamasına on üç dakika vardı. Müdür Bey’den müsaade isteyip odadan çıktım. Peşimden çıkan iri bekçiye-bekçi olduğuna pek inanmamıştım-öğretmenler odasını sordum. “Soldan yedinci kapı” dedi iri işaret parmağıyla göstererek. Sağ eliydi ve kocaman, siyah bir yüzük takılıydı. Üzerinde de, bahçe kapısındaki armanın aynısı vardı. Teşekkür edip oraya doğru ilerledim. Kapı hafif aralıktı. İttirince iyice açıldı. Aynı Ortaçağ havasına daldım. Oymalı bir sandalyeye oturdum, önümdeki kocaman masa da, kesinlikle bir sanat şaheseriydi. Odada sadece ben vardım. Diğer öğretmenler neredeydi? Belki son anda geliyorlar ya da bugün sadece benim dersim var diye düşünürken, bir zil çaldı. Zilden daha çok bir gonga benziyordu. Saatime baktım, daha beş dakika vardı derse, bu, öğrenci gongu olmalıydı. Bu sırada dışarıdan ayak sesleri geldi; koşuşturan, bağırıp çağıran öğrenciler sınıflarına gidiyorlardı. İyi ama, bahçe ve koridor boştu, bunlar nereden  gelip nereye gitmekteydiler? Belki bir oyun alanı falan vardı ve oradan çıkmışlardı. Ya da bir servis falan gelmişti benden sonra, bilemiyordum. Bunları düşünürken, ikinci bir gong daha çaldı. Çantamı alıp öğretmenler odasından çıktım, sınıfların yukarıda olduğunu tahmin ederek yukarıya çıkan merdivenlere yöneldim. Kara mermerden basamakları çıkarak, üst koridora ulaştım. 10/A sınıfınaydı ilk dersim. Sınıf kapılarının üzerinde koyu kırmızı harfler ve rakamlarla sınıflar ve şubeler yazılıydı. Aradığım sınıfı buldum, içeriden hafif uğultular geliyordu. Ağır sınıf kapısının pirinç kolunu kavrayarak açtım, içeriden kesif bir koku hücum etti. Sanki sınıfta bir hayvan leşi vardı. Kapıyı açmış olduğum için girmek mecburiyetinde kaldım. Müdür Bey’in söylemiş olduğu gibi bakımsız öğrenciler karşımdaydı işte. Bana bakarlarken yutkunuyorlar gibi geldi. Ayağa kalkmış “oturun!” dememi bekliyorlardı galiba. “Oturun!” dedim ama hiç birisi oturmadı. Tekrarladım, hiç oralı olmadılar. Aralarından bir tanesi adeta gırtlaklanıyormuş gibi bir sesle “Hoş geldiniz sevgili öğretmenimiz, biz de sizi bekliyorduk hasretle” dedi. Sesi, bütün tüylerimi diken diken etmişti. Kendi sesim titremeye başlamıştı: “Hoş-bulduk. Se se sen hasta mısın, sesin iyi değil” diyebildim. Cevapladı: “Yoo, hasta değilim, hatta sizi görünce, kendimi daha iyi hissettim.” Yavaş yavaş sıralarından ayrılıp, bana doğru geliyorlardı. Gözleri parlıyor ve mütemadiyen yutkunuyorlardı. Konuşan öğrenci elimi tuttu ve beni kendine doğru çekmeye başladı, diğerleri de kollarıma, bacaklarıma, boynuma yapışmış ve çekiyorlardı. “Ne oluyor?! DURUN!!! SAYGISIZLAR!!” Çığlıklar halinde bunları söylüyordum. Aniden sol kolumda müthiş bir acı hissettim, öğrencilerden (!) birisi kolumu dişlemişti. Ve hemen peşinden onlarca diş etlerimi parçalamaya başladı. Bu gece okulunun bir okul değil, efsanelerde sözü edilen Yamyam Zombilerin gerçekliğini ispatlayan bir mekan olduğu gerçeği aniden kafama dank etmişti. Bilincimi yitirmeden önce, son duyduğum ses şu idi: “Yeterince beslenemiyoruz Hocam!!!”

                                                                                                                             Mahir ÖZDİLEK
                                                                                                                                  01.10.2002

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder