20 Aralık 2012 Perşembe

DOLAPTAKİ SIR


Bina en azından yüz yıllıktı. Mehmet Amca’ların dedelerinden kalma ve ağır taş işçiliğinin nadir örneklerindendi İskelet Malikanesi. Oraya niçin bu ismi taktıklarını bilen yoktu. Sadece bir takım söylentiler vardı. En muteber olanı, burada korkunç bazı cinayetlerin işlenmiş ve ceset kemiklerinin binanın duvarlarına gömülmüş olmasından bahsedeniydi.
      Bir gün malikanenin karşısındaki banka oturmuş, çalıştığım şirkette terfi etmem gerekirken niçin hala etmediğimi düşünüyordum. Dalgın dalgın bahçeye, eve göz gezdirirken, evin camlarından birinde bir karaltı görür gibi oldum. Meraklanmıştım, çünkü bina 25 yıldır falan kullanılmıyordu. Bir sokak çocuğu, tinerci, şarapçı ya da bir meczup olabilir diye düşündüm. Gerçi evin perili olduğu söylentileri de yok değildi ama bir hayalet güpegündüz pencerelerde fink atacak değildi ya! Pek fazla önemsemedim.
      Gece evimde sıkıldım, bir hava almak için dışarı çıkmaya karar verdim. Eşime sordum, çamaşırların kendisini yorduğunu ve dinlenmek istediğini belirtti. Bir saat  kadar sonra döneceğimi söyleyerek dışarı çıktım.İskelet Malikanesi bizim evin bulunduğu sokağın başındaki geniş alandaydı. Oraya doğru yöneldim. Bakalım gündüz gördüğüm karaltı, hala oralarda mıydı? Bir serseri falansa, polise haber vermek gerekebilirdi.
       Bir süre yürüdükten sonra oraya ulaştım. Karaltıyı gördüğüm pencereye baktım. Önceleri pek bir şey göremedim. Fakat; bir süre sonra o pencerede hafif de olsa Bir parıltı olduğunu gördüm. Meraklanmıştım. Parıltının sebebi, olsa olsa oraya yerleşmeye çalışan ya da yerleşmiş olan bir evsizin yaktığı mumun ışığı falan olabilirdi. Periler? Güldüm, burası Ortaçağ Avrupası’nın İskoçyası değildi ki
       Malikanenin bahçe kapısına yaklaştım. Ağır demir kapı, dev bir asma kilitle ve paslı kocaman zincirlerle kapatılmıştı Ama, üzerinden aşılabilirdi. Sağa sola bakındım, sokak boştu. Bir hamle ile kapıya tırmanıp, bahçeye geçtim. Yıllardır bakımsız kalan bahçede yabani otlar her yeri sarmış ve gecenin alacakaranlığında bir korku filmi   dekoru ortaya çıkarmıştı. Bastığım yerlerin hemen önünde hafif hışırtılarla bir şeyler sağa sola kaçışıyordu. Kertenkelelerden başka ne olabilirdi ki? Biraz heyecanla taş binaya doğru yürüdüm. Evin giriş kapısı da demirdendi ama kilidi kırılmıştı. Hafif aralık kapıdan içeri bir göz attım. Tabii olarak hiçbir şey göremedim, çok karanlıktı. Her zaman yanımda taşıdığım küçük el fenerimi yakıp içeri tuttum. Oldukça tozlu, çöpler atılmış, moloz parçacıkları olan giriş kısmı pis pis gözümün önüne serildi. Merakım ve heyecanımdan dolayı pek korku duymuyordum.Sadece hafif bir ürperti vardı. Aralık duran kapıyı itince, gıcırtıyla biraz daha açıldı. Yavaş yavaş yürümeye başladım. Duvarlar yılların yorgunluğu ile olgunlaşmış insan yüzleri gibi bakıyordu bana. Aşağı katta genelde hizmetçi odalarıyla mutfak, kiler v.b. vardı. Ver her odada çöpler, örümcek ve diğer böcek örnekleri, kertenkeleler, toz, yoğun bir çürümüşlük kokusu vardı.Aşağı katlarda öyle olağanüstü bir şey yoktu. Bazı köşelerden korkuyla fırlayan kediler sağa sola kaçışıyordu,o kadar. Varlığım onları huzursuz etmişti.
       Üst kata uzanan merdivenlerin önüne geldim. Ev, bodrumla birlikte üç kattı. Merdivenleri tırmanırken ayakkabılarım tok sesler çıkarıyordu. Yukarıya varınca sağa yöneldim, çünkü pırıltıyı gördüğüm pencere o taraftaydı. Galiba orta odalardan biriyi. Bu yüzden ilk odaya bakmadım. Doğruca üçüncüye yöneldim. Hafif aralık duran kapıdan aynı ışık göz kırpıyordu sanki. Odaya ilerlerken yerde demir bir su borusu parçası görerek, ne olur ne olmaz diyerek elime aldım. Sağ elimde boruyu sıkı sıkı tutarak kapıyı ittirdim. Ve gördüğüm şeyin şokuyla kendimi kaybederek, oracığa yığıldım.
       Kendime geldiğimde bir an için bir kabus gördüğümü sandım ama o metruk malikanede olduğumu da anladım sonra. Saatime baktım, evden çıkalı henüz kırk beş dakika olmuştu. Demek ki baygınlığım on-on beş dakika ancak sürmüştü.Gördüğüm şeyin etkisiyle tir tir titriyordum. Galiba, galiba bir çeşit hayalet falandı. Ama, benim bildiğin ve inandığım kadarıyla hayalet diye bir şey yoktu. Ve varsa bile gündüz pencerede karaltı şeklinde görünmezlerdi, gece ortaya çıkarlardı. Her ne ise, burada fazla kalmak aklıma zarar verecekti. O anda fark ettim ki, düşünce fenerim de kırılmış ve kaybolmuş olmalıydı, sadece dışarıdan içeriye pencereden sızan çok hafif sokak lambalarının ışığıyla etrafımı hayal meyal görebiliyordum. Ayağa kalktım ve el yordamıyla merdivenleri aramaya başladım. Ama, içerisi zifiri karanlıktı. Ve o şeyle tekrar karşılaşmak istemiyordum. Bir an için bir kez görmek yeterliydi. Aklım bir anda aydınlandı. Gördüğüm her ne ise bana en küçük bir zarar bile vermeden kaybolmuştu. Onu gördüğüm oda da boştu, garip pırıltısıyla “hayalet” yoktu orada. Tekrar o odaya döndüm ve sokak lambalarının sızdığı pencereyi açtım. Gecenin serin meltemi iyi gelmişti, biraz toparlanmıştım. Bir saatim dolmuştu, eşim merak ederdi. Ateş taşımak sünnettir, bu yüzden taşıdığım gazlı çakmağımı yakarak, odadan çıkıp merdivenlere doğru tekrar ilerlemeye başladım. Aşağıya doğru inerken çakmağım elimi yaktı, söndürüp soğumasını beklemeliydim. Gözüm karanlığa alışınca alt katta artık aşina olduğum garip pırıltıyı “hissettim”. Titremeye başladım, bir yandan da aklıma gelen bütün duaları okuyordum. Eskisi kadar da korkmuyordum çünkü ilk karşılaşmamızda zarar vermemişti. Görünüşünü hatırlamaya çalıştım. Bir “hayalet” olmasına rağmen şeffaflık ve uçma olayı dışında bir insana benziyordu galiba. Bir genç kız, başının sağ tarafı parçalanmış, beyin, kemik vekan dokuları birbirine karışarak gri saçlarına yapışmış genç bir kızdı galiba. Ağzını açıp-kapatıyor, bana bir şeyler söylemeye çalışıyor gibiydi bayılana kadar geçen kısacık zamanda gördüğüm kadarıyla. Ve yine aynı şeyle karşılaşacaktım. Eh en azından görünümü ürpertici olsa da bir yaratık gibi falan da değildi. Kendimi ikinci karşılaşmaya hazırladım.  Bu sefer bayılmayacaktım. Kendimi cesaretlendirmeye çalışarak, basamakları yavaş yavaş inmeye başladım. Her adımımda parıltıya yaklaşıyordum. Kalbimin atışı ve nefes alış-verişlerim oldukça hızlanmıştı. Son basamağı da indim. Parıltı solumdaydı. Dişlerimi ve kendimi sıkarak kafamı o yana çevirdim. İşte oradaydı! Parçalanmış kafatası, süzülür gibi havada salınışı ve bir balık gibi ağzını açıp-kapatışıyla. Sol gözü parçalanan kısımda olduğu için yoktu. Sağ gözüyse gri bir pırıltıyla doğruca bana bakmaktaydı. Derin bir sessizlik içindeydik. Yavaş yavaş bir fısıltı duyulmaya başlandı. Rüzgarın bir oyunu diye düşündüm. Aniden sesin kaynağını anladım. Karşımdaki hayalet benimle konuşuyordu. Seslere kulak kabarttım. “Yardım edin, ne olur yardım edin” diyordu. Sürekli aynı şeyleri tekrarlıyor ve tek gözüyle de sözlerine destek oluyordu. Beb de ağzımı açarak “mesele nedir?” diye sordum ama kendi sesimi duyamamıştım. Demek ki korku, heyecan ve meraktan dolayı sesim çıkmamış, sadece zihnen konuşmuştum. Tekrar denedim, ancak güçlü bir fısıltı halinde tekrarladım: “mesele nedir?” Hayalet, yine konuşmaya başladı: “Burada hapsoldum ve yıllardır çıkamıyorum”  “Peki benden ne istiyorsun” dedim. Bana “astral bedenimi ruh kapanından çıkar” dedi. “Ruh kapanı mı? Astral beden nedir?” Sorularımı cevaplamaya başladı. “Astral beden, ruhun elbisesidir, kabuğudur. Maddi beden gibi, ruh onu giyer. Ruh kapanı da, saf enerjiden oluşan astral bedenimizin hapsolduğu bir zindandır. Oraya yakalanan için zindan olan kapan, kullanan için bitmez bir enerji kaynağıdır. Astral bedenleri bir pil gibi kullanan kapanın enerjisi, kötü insanların elinde korkunç bir silaha dönüşebilir.” “Peki” dedim “Seni oraya kim hapsetti?”  “Burayı yapan müteahhidin torununun oğlu. Bu ev terk edildikten sonra beni ve bazı insanları da çeşitli yollarla kandırarak buraya getirdi ve bizleri öldürdü. Satanist Terör isimli bir örgüte üyedir. Bizlerin enerjisini sapık örgütü için kullanmaya çalışıyor. Ama henüz tam bir başarı sağlayamadı.” Söylenenler çok ciddi ve uçuk iddialardı. Korkum falan kalmamıştı. Anladığım kadarıyla bu evde olan bir şeylere müdahale etmezsem, çok kötü bazı güçler etrafı cehenneme çevirecekti. Hayalete, astral bedenlerinin evin neresinde ve nasıl bir “hapishane” içinde olduğunu ve ne yaparsam yardımcı olabileceğimi sordum. Bana, kendilerini öldüren katilin bodrum katta gizli bir odası olduğunu ve oradaki dev bir dolapta da astral bedenlerinin hapsedildiğini söyledi. Kendisini takip edersem, beni gizli odaya götüreceğini belirtti. Aklıma eşim geldi, cep telefonuyla arayarak, arkadaşlara takıldığımı ve eve daha geç dönebileceğimi belirttim. Biraz sitem etti ve pek kalmamamı da ekledi. Telefondan sonra hayaletin peşine takıldım. Bodruma inen merdivenlerin başladığı kapıya vardık. Aralık duran kapıyı ittim. Çakmak elimi yaktı gene. Hayalet bana sol tarafımda bir elektrik düğmesi olduğunu söyledi. El yordamıyla anahtarı buldum ve basınca merdivenler ve aşağısı bir ışık seline boğuldu. Gözlerimin kamaşması geçince hayaleti aradım ama tabii ki ışıkta görünmez olmuştu. O anda ellerime kadifeden daha yumuşak, adeta hafif bir esinti gibi bir şey dokundu. Soğuktu da bu dokunuş. Aşina fısıltıyı duydum: “Korkma, benim, ellerini tuttum, böylece birbirimizi kaybetmeyiz.” Hafifçe ürperdim, ne de olsa bu gibi olaylar insanın başına nadiren, yok denecek kadar az gelir. Her neyse; hayaletin soğuk elleri ellerimde, merdivenleri indik. Bodrum oldukça serin miydi yoksa içinde bulunduğum olaylardan dolayı buz mu kesmiştim., bilemiyorum. Titreyerek kare şeklindeki bodrumun sağda en köşesine gittik. Depoya benzeyen bir odanın kapısına ulaştık, kilitliydi. Hemen arkamda bir sürü ıvır-zıvır dolu kutular vardı. Onları karıştırarak sağlam bir demir parçası buldum. Kapıyla menteşe arasına girecek kadar bir çıkıntı da vardı. Hemen harekete geçerek kapıyı zorladım, zorladım, zorladım... Bir süre sonra kapı çatırdayarak açıldı. İçerisi karanlıktı ama elektrik anahtarını kolay buldum, düğmeyi çevirince oda aydınlandı. İçerisi oldukça karmaşık elektronik aletlerle doluydu. Bir yığın monitör, gösterge, ışık ve düğme vardı. Bir de, odanın en az yarısını kaplayan dev, simsiyah bir dolap! Hayaletin fısıltısı tekrar duyuldu: “İşte, astral bedenlerimizin hapsedildiği kara dolap. Onu açabilirseniz, ben ve diğer kurbanlar hürriyetine kavuşabilecekler.” Dolaba doğru ilerledim ve kapak kısmı olarak tahmin ettiğim bölümü incelemeye başladım. Pürüzsüz ve çok koyu siyahtı. Çelikti galiba ve zorlamayla açılacakmış gibi de görünmüyordu. Hayalet gene konuşmaya başladı: “Şu düğmelere basılmalı” diyerek elimden tutarak telefon gibi tuşları olan bir bölmeye götürdü beni. Anlaşılan bu kapı şifreliydi. Hayalet bu sırada bazı rakamlar söylemeye başladı:”3-1-4-0-0-9-3-9” Söylenen rakamlara göre tuşlara bastım ama hiçbir şey olmadı. Soğuk el, elimi kırmızı bir düğmeye de götürerek basmamı istedi. Oraya da dokununca hafif bir “klik” sesiyle dolabın kapakları hafifçe aralandı. Hayalet sevinçle fısıldadı: “Kapakları iyice açın, korkmayın, bir şey olacak değil size.” Bütün vücudum zangır zangır titreyerek kapaklara yaklaştım, aklıma gelen bütün duaları okuyarak yavaşça açmaya başladım. Önceleri hiçbir şey anlayamadım. Karşıma baştan ayağa buz tutmuş cesetler çıktı. Bunlar, bunlar resmen bana “bakıyorlar” idi! Titremem olabildiğine artmış ve beynim de paniğe kapılmak üzereydi. Bunlar hiç de hayalete benzemiyorlardı. Buzları hızla çözülmekteydi.  “Ama, ama bunlar astral beden, hayalet falan değil, tam bir ölü gibi de gözükmüyorlar, canlı cesetler, bunlar, bunlar ZOMBİLER!!!” Çılgınca paniğim başlamıştı. Her şeye rağmen son bir hamleyle kaçmaya çalıştım ama bir zombi bana doğru atılarak yere düştü ve çelik gibi elleri ayağımdan beni yakaladı. İğrenç görünümler ve tüyler ürpertici seslerle bedenimin her yanına elleri yapıştı., vahşi bir açlık şehvetiyle dişleri etlerime geçti. Acıdan kendimi kaybetmiştim.
      Kendime geldiğimde, müthiş bir açlık duyuyor ve çiğ et yemek istiyordum. Zombiler beni tam olarak yememişlerdi. Ölmemiştim ama salyalarından bulaşan virüsün etkisiyle ben de onlardan biri olmuştum. Beni bu olaylara çeken genç kız hayaletinin zombi bedeni, iğrenç yarım kafasını suratıma yaklaştırmış, gülüyordu. Ve bir eliyle, karşı duvarda, beyaz bir çerçeveyi gösterdi. Orada bir atasözü yazılıydı: “İyilikten maraz doğar”

                                                                                                                 26.09.2002
                                                                                                             Mahir ÖZDİLEK
                                                                                                                İSTANBUL
    

15 Aralık 2012 Cumartesi

SİYAH BİR KAR TANESİ


Çekimine kapılıp yerin

Kanatlansan




Bırak çenesini bulutun

Kırılmış dişsin, düş artık



Martı okuyan baban gibi

Karayı giyindinse

Farklısın

Sen, siyah kar tanesi

Öl artık.



                                                                                            Mahir ÖZDİLEK

12 Aralık 2012 Çarşamba

GİZEMLİ AYAKKABI TAMİRCİSİ


Küçük sokağımızın başında küçük bir ayakkabı  tamircisi vardı. Dükkanı her zaman karanlık, kasvet dolu görünüyordu ve oraya girmek şimdiye kadar bana hiç nasip olmamıştı. Genelde iki sokak arkadaki dostum olan Nurettin’e giderdim tamire. Açıkcası, sokağımızdaki ayakkabı tamircisi bana itici geliyordu. Ve hiçbir zaman bir müşterinin oraya girdiğini, ya da çıktığını görme şansım olmamıştı. Belki işleri çok kötüydü, pek müşterisi yoktu. Veya tamirci kılığı altında, değişik işler  çeviriyordu.
      Bir gün çok sevdiğim iş çantamın sapı koptu ve acilen tamir edilmesi gerekiyordu. Hemen dostum Nurettin’in dükkanına koşturdum. Kapalıydı. Kapıdaki notta malzeme almak için bugün Eminönü’ne gittiği yazılıydı ve müşterilerinden özür diliyordu. Şansıma söylenerek sokağıma geri döndüm. Aklıma kasvetli tamirci dükkanı geldi. Çantanın işi uzun sürmezdi, hem, belki adam hakkında yanlış düşünüyordum, çantamın sapını orada tamir ettirmeye karar verdim.
      “Selamün Aleyküm usta”. Dükkandan içeri selamla girince önce beni bir süzdü. Sonra, yavaş yavaş, kelimeleri özenle seçer gibi konuştu:  “Aleyküm Selam Metin Bey, hoş geldiniz.” Sesi , hem fısıltı gibiydi hem de cikler gibi. İkisi arasında bir şey. Hem adımı nereden biliyordu? Ama, yıllardır aynı sokaktaydık ve hiç konuşmamış olsak da, komşuyduk. Birden aklıma geliverdi: Ne kadar yabancılaşmıştık birbirimize. Aynı sokakta yıllardır yaşa ve bir kez bile selamlaşma, konuşma. Ah bu kalleş 20.yy medeniyeti (!) Bir anda bu düşüncelere dalmış ve nerede olduğumu unutmuştum. “Buyurun Metin Bey, sizi dinliyorum, ne için gelmiştiniz” diye cikleyen sesle kendime geldim. “Pardon” dedim “daldım bir an.” Elimdeki çantayı göstererek “Sapı koptu, tamir edebilir misiniz acaba?” diyerek güldüm hafifçe. “yaparız buyurun oturun Metin  Bey “ diyerek kısa iskemleyi gösterdi. Her konuşmasında Metin Bey demesinden rahatsız olmaya başlamıştım. Teşekkür ederek oturdum. “Bir şey alır mıydınız Metin Bey? Kahve ye olan düşkünlüğünüz benimde kulağıma gelmedi değil Metin Bey, bir kahve söyleyebilir miyim size?” Bu “Metin Bey”lere iyice gıcık olmaya başlamıştım. Nerden geldim buraya, ne olurdu bir gün bekleyiversem diye düşündüm ama, şu durumda çıkıp gitmek de hiç uygun olmazdı. Dişimi sıkıp, tamir bitene kadar sabretmeliydim. “Şey, buraya ilk gelişim, aslında daha önce de gelmeyi, tanışmayı düşündüm ama bir türlü fırsat olmadı, nasip şimdiymiş.” Dedim. Aklıma, kahveye olan düşkünlüğümü nasıl bilebildiği geldi, şüphelenmeye başlamıştım ama konuşmaya devam ettim: “Şu an bir bardak su iyi olur, buraya hızlı hızlı geldiğim için susadım.” Masasının altında kristal bir sürahi çıkardı, kristal bir kupaya su doldurarak bana uzattı. Böyle kasvetli bir dükkanda kristal su takımı! Hayat sürprizlerle doluydu. Teşekkür ederek suyu içtim. Bir süre hiç konuşmadık. Çantam tamir olunmuştu. O an, tamirciye ismini sormadığımı hatırladım. Aklım yine daldı. Aynı sokakta kal, komşusunun ismini bile bilme! Bravo 20.yy insanı, sana da ancak bu yakışır. Biraz kızarak ismini sordum. “Bana sadece usta de yeter Metin Bey” cevabını verdi. Belki kızmıştı ve haklıydı. Ve buradan bir an önce çıkıp gitmek istiyordum. “Ayakkabınız” diyerek sağ ayağımı gösterdi. Ne zaman yırtıldı bu?! Tamir olması gerekmekteydi ve bu karanlıkça yerde bir süre daha kalma fikri canımı sıkmıştı. “İşiniz varsa bırakın, sonra alırsınız” dedi. Dediğini yapmaya mecbur hissettim kendimi. “Peki” dedim. Oturduğu yerin sağındaki rafından bir çift ayakkabı aldı, “Şimdilik bunu giyin” dedi. Verdiklerini ayağıma takınca, çok rahat ve tam da ayaklarıma göre olduğunu anladım. “Çanta tamir parası?” diye sorunca “Ayakkabılarınızınkiyle birlikte alırız” dedi. Teşekkür ederek ayrıldım o kasvetli mekandan. O gün akşama kadar o gizemli tamirciyi ve iç karartıcı dükkanını düşündüm. Akşam iş dönüşü ayakkabılarımı almak ve tamir parasını vermek için oraya tekrar uğramak mecburiyetindeydim. Mesaim bitmişti. Sokağıma yaklaştım. İçime bir tedirginlik yerleşmişti. Tamirci dükkanı göründü, ayaklarım geri geri gitmesine rağmen oraya girmeye mecburdum. “Korkacak, tedirgin olacak ne var, amma da büyüttün ha!” deyip duruyordum içimden. Artık dükkanın önündeydim. Akşamın alacakaranlığında o garip mekan daha bir kasvetli ve ürkütücü görünüyordu. Yavaş adımlarla kapıya doğru yürüdüm, içeri girip selamımı  verdi. “Usta”, küçük masasındaydı yine ve bir masa lambası eşliğinde bir şeyler tamir etmekteydi. Cikleyen sesiyle selamımı aldı: “Aleyküm Selam Metin Bey, ayakkabınız yapıldı, buyurun.” Teşekkür ederek ayakkabılarımı aldım. Borcumu sordum, ödendiğini söyledi. Şaşırmıştım, birisi gelip benim tamir borcumu mu ödemişti? “Nasıl olur Usta, kim ödedi, nasıl ödendi, ben kul hakkından korkarım, borçlu kalmak istemem, siz yine de borcumu söyleyin” dedim. Cikledi:”Ö-den-di!” “Peki nasıl oldu, kim ödedi, bari bunu söyle Usta!” Soruma karşılık “Siz Metin Bey, siz borcunuzu ödediniz” deyince kafam iyice karışmıştı. “Ben mi?! N,e zaman, nasıl?” “Ayakkabılarınızı giyin, anlarsınız Metin Bey” Çaresiz ayakkabılarımı giymeye başladım. Oldukça rahat ve güzeldi, sanki ayaklarıma özel yapılmıştı. “Peki usta, bir şey anlamadım ama, hakkınızı helal edin, hayırlı işler” diyerek kapıya yöneldim. “Ayaklarınız için teşekkürler, ayakkabılarıma çok yakışacaklar Metin Bey” diye cikledi ve iğrenç bir şekilde sırıttı. Sarı ve siyah dişleri ortaya çıkıverdi. Kaçarcasına uzaklaştım oradan. Soluk soluğa evimin sokak kapısına dayandım. Merdivenleri hızla tırmanarak daireme ulaştım. Kapıyı zorla açabildim, ayaklarım yanıyordu sanki. İçeri fırtına gibi dalarak, ayakkabılarımı çıkardım ve çıkarmamla bayılmam bir oldu. Çünkü; ayaklarım yoktu! Ve tamircinin son sözleri kulaklarımda çınlıyordu: “Ayaklarınız için teşekkürler!...”

                                                                                                                              Mahir ÖZDİLEK

11 Aralık 2012 Salı

EZİLMİŞLİK?

John Dalton'un 'ilk' atom modeli Cabir Bin Hayyan'ın atomu tasvir etmesinden 10 asır sonradır. Ama kitaplar Dalton'u yazar. Birileri de bunu yazdığımızda amanın da amanın batı medeniyetini kötüleyip doğuyu ya da İslamı yüceltiyorsunuz diye çemkirir. Ben bir şeyi kötüleyip başka bir şeyi yüceltmiyorum, sadece ulaşabildiğim durumları yazıyorum. Bazı gerçekler bazılarını rahatsız ediyor ve zihni keyfiyetlerini bozuyorsa bu durum saplantılı bir ruh halini ve ezilmişliği ifade edebilir. Mesela matbaayı da Çinliler bulmuştur, ama tarihler Gutenberg de Gutenberg der. Ve Çinliler Müslüman değil. Kendini beğenmiş Avrupa'nın sömürgeci zihniyetinden kurtulmak zamanı çoktan gelmedi mi?

10 Aralık 2012 Pazartesi

KARDANADAM


Kış gelmiş ve küçük köyümüz her sene olduğu gibi bu kez de beyaz bir gelinliğe bürünmüştü. En sevdiğimiz mevsimdi kış. Çünkü; baharda tarlalarda çalışmaya başlar, yaz boyu kara toprakta terlerdik. Sonbaharda da son hazırlıklarımızı yapar ve kışa girerdik. Bu karlı mevsimde çalışmak yoktu, sıcacık sobalarımızın başında oturup ısınır ve büyüklerimizin keyifli muhabbetleri dinlerdik. Bu soğuk mevsimin en büyük eğlencesi, kar oyunlarıydı. Oyunlarımız içinde, kartopu savaşları, kardanadam yapmak ve kendi yaptığımız kızaklarla kaymak vardı. Her sene, çocuklar olarak en büyük kardanadam yapma yarışması düzenlerdik aramızda.
      Bir hafta sonu, sabahın erken saatlerinde arkadaşlar kapımıza gelerek beni çağırdılar. En büyük kardanadam yapma yarışmasına bir grup olarak katılacakmışız. Sevinerek yanlarına koşturdum. Anneme seslenerek haber verdim ve güle oynaya yarışmanın yapılacağı harman yerine doğru yola çıktık. Diğer gruplar çoktan gelmiş ve işe girişmişlerdi bile. Biz de hemen harekete geçtik. Önce, küçük bir tepecik oluşturacak kadar kar topladık ortaya. Sonra bu tepeciğe şekil vermeye başladık. Yavaş yavaş, dev bir alt gövde oluşmuştu. Öğlene doğru ortada yuvarlak bir orta-gövde de şekillenmişti. Köyün camiinden ikindi ezanı yükselirken bizler kardan “dev” ‘imizin o kocaman kafasını bitirmek üzereydik. Kafa bitti ve evden getirdiğimiz büyük bir havucu, burun olarak o koca kafanın ortasına sapladık. Kapı komşum da cebindeki bir poşetten çıkardığı kömürlerle kardanadamımızın gözlerini ve düğmelerini yaptı. Eski bir boyun atkısıyla, yazdan kalma hasır şapkayı da eserimize “giydirince”, ortaya dev ve komik bir mafya babası tipi çıkıvermişti. Diğer gruplar da işlerini bitirmişlerdi. Hemen oracıkta oluşturduğumuz bir “yarışma jürisi”, bizim kardanadamımızı bu senenin en büyüğü olarak seçti. Bugün bizim bayramımızdı. Uzun uzun eserimize baktıktan sonra, artık akşam epey yaklaştığı için evlerimize döndük.
      Eve gelince bizimkilere zaferimizi anlattım hemen, onlar da gülümseyerek karşılık verdiler, babam bir çukulata parası bile verdi, bu da benim için artı bir mutluluk olmuştu. Gece çökmüştü, yemeğimizi yemiş ve kestane kebap yapmak için ev halkı olarak soba başına toplanmıştık. Sobayı adam akıllı kızdırmak gerekiyordu, bu durumda evimizin hemen yanıbaşındaki odunluktan yakacak alma işi bana düşmüştü. Odun kovasını kaptım ve sokak kapısını açarak ayaz geceye doğru ilk adımımı attım. Sakaltutan denen bir soğuk vardı dışarıda. Evimiz, harman yerine bakıyordu. Bir an için gözüm kardanadamımızın olduğu yöne takıldı kaldı. Çünkü; eserimizin olduğu yere doğru gökyüzünden belli belirsiz beyazlıkta ama “soğuk” görünümlü bir ışık iniyor gibiydi. Gecenin, ayazın ve beyaz karın etkisiyle bir göz yanılması olduğunu düşündüğüm ve oldukça üşüdüğüm için üzerinde pek durmadım, odunları kovaya doldururken de unuttum gittim. Eve girdim, odunları sobaya attık, kestanelerimizi pişirdik, yedik ve yattık. Oldukça yorgun olduğum için, hemen uyumuştum.
      Gecenin yarısında kan ter içinde uyandım. Korkulu bir rüyâ görmüştüm. Rüyamda, bizim kardanadam bir canavara dönüşüyor ve sivri buz parçalarıyla önüne gelenin kalbini deşiyordu. Bizler, köyün bütün çocukları da ondan kaçıyorduk. Ben, en arkada kalmıştım. Deli gibi koşarken buz gibi bir el sağ ayağımdan yakaladı beni ve yere yuvarlandım. Dev kardanadam, iri parmakları arasında tuttuğu sivri buz parçasını tam kalbime indirirken, uyanmıştım. Şaşkın şaşkın ve körük gibi nefes alarak yatakta öylece oturdum kaldım. Bizimkiler uyuyordu. Korka korka pencereye yaklaşıp perdeyi açarak harman yerine baktım. Daha önce gördüğüm ışık yoktu. Yatağa geri döndüm. Korkulu rüyâmı ve gördüğümü zannettiğim o ışığı düşünürken, çocuk bedenim yeniden uykuya doğru kayıvemişti.
      Birtakım gürültülerle sabahleyin uyandım. Koşuşturmalar, bağırtılar geliyordu kulağıma. Annem sokak kapısının önündeydi, hemen giyinip fırladım kapıya doğru. Tam dışarı çıkacakken, annem kolumdan yakaladı beni ve kızdı. Sabırsızca kurtulmaya çalışırken, neler olduğunu da sordum ona, harman yerinde birkaç köylünün öldürülmüş olduğunu söyledi. Jandarma da gelmek üzereymiş. Aklıma, geceki ışık ve korkulu rüyâm geldi ama, yok canım, ne alakâsı vardı? Ben de hayal gücü yüksek biriydim zaten.
      Jandarmalar geldi. Bir fırsatını bulup, anneme gözükmeden harman yerine kaçtım. Bizim kardanadamın olduğu yerde bir kalabalık vardı. Oraya yaklaşınca, karların kızıl kanlara boyanmış olduğunu gördüm. Jandarmalar ve köylüler arasından görebildiğim kadarıyla, yerde üç-dört adam vardı ve ölüye benziyorlardı. Dün gece kaz avına çıkan köylü avcılardı bunlar konuşmalardan duyabildiğim kadarıyla. Kardanadamımızın vücudu da kanlıydı. Dün gülümsermiş gibi dizdiğimiz kömürler, bugün kötü kötü bakıyormuş gibi geldi bana. Kalabalığa biraz daha yaklaştığımda gördüğüm şey, beni karların üzerine yığmaya yetiverdi! Kardanadamın vücudunun sağ ve solunda sivri ve uçları kanlı, mızrak gibi ileri uzanmış buz parçaları vardı! Jandarmanın yaptığı araştırmalar sonuçsuz kalmıştı, katil veya katiller bulunamamıştı. Ama, ben katilin kim veya ne olduğunu artık çok iyi biliyordum. Ve o günden sonra asla kardanadam yapmadım.

                                                                     

                                                                                                                   Mahir ÖZDİLEK
                                                                                                                    12.12.2002

8 Aralık 2012 Cumartesi

KARA PANO


Okulumuzun binası çok eskiydi. Osmanlı Devleti zamanında yapılmış, sağlam, taş ustalığı hemen göze çarpan tarihi bir binaydı. Şehremaneti Binası olarak yapılmış ama sonradan okula dönüştürülmüştü. İşte bu binanın bodrum katında kapkara bir bezle kaplanmış gibi duran bir pano vardı. Sınıflarda bulunan duvar gazetesi panoları gibiydi. Ama, bodrumdaki pano, aklın alamayacağı kadar siyahtı, adeta zifiri karanlık bir geceye açılan kapıydı. O panoyu, Beden Eğitimi dersleri için eşofmanlarımızı giymeye giderken hep görürdük. Koridorun sağında hep öylece dururdu. Ne zaman oraya konulmuştu, ne zamandan beri orada öylece bekliyordu, bilen yoktu. Sanki anlaşmış gibi hiç kimse de araştırmıyordu. Nasıl ki bir dağ yaratılıştan olduğu yerde durur ve kimse  bu dağı kim buraya koydu diye araştırmadan öylesine kabullenirse, bizim panonun durumu da böyleydi işte. Sanki o panonun orada hep öyle kara kara durması, dünyanın tabii hayatının bir parçasıydı.
      Bir gün yine Beden Eğitimi dersi için üzerimizi değişmeye gidiyorduk. O kara panoya yaklaşınca, içimden bir ses, onu oradan indirip duvara yaslamak gerektiğini söyledi. Aslında biraz da haşarılık yapmak istemiştim. Kafadar iki arkadaşıma bunu söyledim, hemen kabul ettiler. Boyum biraz kısa olduğu için, uzun boylu olan Gökhan, diğer arkadaşın omuzlarına çıktı ve panoya uzanmaya çalıştı, yetişemediler, çok yüksekteydi. Koridorun sonunda eski sıra ve masalar vardı. Hemen bir masa çektik, üzerine sıra koyduk ve onun üzerine çıkan Gökhan’ın parmak uçları panoya ancak yetişiyordu, tuttuk ayağının altına da kalın ders kitaplarından birkaç tane koyduk, artık rahatça yetişiyordu. Bu sırada diğer sınıf arkadaşları üstlerini değiştirdikleri salondan bize sesleniyorlar ve derse zamanında girmezsek, bedencinin kızacağını ve zayıf not verebileceğini hatırlatıyorlardı. Onlara yetişebileceğimizi ve zaten eşofmanlarımızın altını giymiş olduğumuzu söyledik ve tekrar işimize döndük. Gökhan parmak uçlarına yükselip panoyu altından tutmak istedi. O sırada beklenmedik bir şey oldu, pano Gökhan’ı tutmuştu! Ve bir an kadar kısa bir süre içinde arkadaşımız pano tarafından “yutuldu”! Spagetti makarnayı nasıl içimize çekersek, pano da arkadaşımızı öylece içine çekivermişti. Ve o, gık bile diyememişti. Olaydan on dakika kadar sonra da diğer sınıf arkadaşlarımız, beni ve diğer arkadaşımı şoka girmiş bir halde bulmuşlardı.




                                                                                                                   Mahir ÖZDİLEK

                                                                                                                      26.11.2002

7 Aralık 2012 Cuma

GECE OKULU


Milli Eğitim Bakanlığı’nda görevimden bazı özel sebepler yüzünden ayrılmak mecburiyetinde kalmıştı. Üç yılımı sağda solda çeşitli işlerde çalışarak geçirmiş ve tekrar öğretmenliğe dönme isteğiyle harekete geçmiştim. Ama, ancak özel okulda çalışabilirdim. Bir hafta kadar çeşitli okullarla görüştüm. Sonunda bir tanesiyle anlaştık. Bu okulu diğerlerinden ayıran bir özelliği vardı: Gece eğitim vermesi. Okul, gündüz çalışan ve kendi parasıyla eğitim görmek isteyen gençlere hitap ediyordu ve oldukça ilgimi çekmişti. Bu öğrenciler madem ki okumaya bu kadar istekli ve gayretliydi, o zaman başarı için çok çalışacak, hocalarının sözlerini dinleyecek ve bu da bizim için büyük bir kolaylık sağlayacaktı.
      Bir hafta sonra göreve başlayacaktım. Ve bir hafta sonrasının pazartesisi geldi. O gün daha doğrusu akşamüstü traşımı oldum, takım elbisemi giydim ve gece okulundaki ilk günüme başlamak üzere yola koyuldum.
      Okul uzaktan göründü. Buraya daha önce gündüz geldiğim için gece ki görünüşü farklı gelmişti. Bir kasvet, bir terkedilmişlik havası vardı. Adeta günümüze ışınlanıvermiş tarihöncesi bir binaydı. Simsiyah granitten örülmüş dış duvarların arasında kocaman demir kapıya yaklaştım. Bu bina mutlaka şatafata düşkün bir Osmanlı paşasının veya ekabirden birinin evi veya çalışma yeri olabilirdi. Kapının önüne geldim, kocaman bir arma vardı ve böyle bir armayı ilk kez görüyordum. Kapının tam ortasına sapasağlam bir şekilde tutturulmuş olan armada taş bir kadeh ve içinde sivri dişleri olan ve galiba boynuzumsu çıkıntılara da sahip bir çeşit kafatası vardı. Kadeh şeklini görünce aklıma Hz. İsa’nın (A.S.) son yemeğinde kullandığı ve sonraları Kutsal Kase olarak adlandırılan nesne geldi. Ama herhalde bunun onunla bir alakası olamazdı. Her neyse, bir an için kafamda beliren bu düşünceleri bir kenara  bırakarak, zil olduğunu tahmin ettiğim düğmeye bastım. Kısa bir süre sonra siyahlar giymiş dev gibi bir adam kapıda belirdi. Ne istediğimi sorunca geliş sebebimi anlattım.”Hoş geldiniz” diyerek beni içeri aldı. Okulun bahçesine ayak bastım, yerler taştan örülmüştü. Asırlık ağaçlar gökyüzüne selam durmuştu. Ağır işçilik ürünü sokak lambaları bahçeyi loş bir şekilde aydınlatmıştı. Bekçi olduğunu zannettiğim iri kıyım adamın peşinden gitmeye başladım. Okul binasına yaklaştık , giriş kapısının önüne geldik. Sarı pirinçten kapı kolunu çevirince metal kapı yumuşakça açılıverdi. Önümde uzun bir koridor vardı. Ve tavana gizlenmiş florasan lambalarla aydınlatılmıştı. Kimi odaların kapısı açık, kiminin de kapalıydı, anlaşılmaz uğultular yükselmekteydi kimilerinden. Sağdaki ilk odanın kapısını çaldık, içeriden tok bir “Giriniz” lafı gelip kulaklarımızda çınladı. Dev adam kapıyı açtı. Klasik bir Ortaçağ havası sarıverdi etrafımı. Mobilyalar, seçilen renkler, ağır perdeler buram buram o günlerin havasındaydı. Bir zaman makinesiyle buraya ışınlanmıştım sanki. Ve okulun sahibi her kim ise –çünkü henüz sahibini tanımıyordum- oldukça zevkli ve çalışkan birisiymiş. Tarihi ve tarihi mekanları çok severdim, çünkü bende bir tarih öğretmeniydim. Ve buranın havasının beni sarıvermesi gerekiyordu. Fakat; bir şey vardı burada, insanı rahatsız eden ve anlaşılamayan bir şey. Bu tarihi mekanda bir soğukluk, yüreğe işleyen garip bir soğukluk vardı ve tedirgindim. Bu, belki yeniden göreve başlamanın ve böyle güzel ve tarihi yerde çalışacak olmanın verdiği heyecandı. Ya da ben böyle olmasını umuyordum. Ve bu hissettiklerim çok çok kısa süren bir anlık zaman diliminde içimde bir yerlerde belirivermişti  ve dalmıştım. “Hoş geldiniz” dedi tok ses. “Hoş bulduk, ben yeni tarih hocası Selim” diyerek elimi uzattım. “Ben de bu okulun müdürü Sufi, umarım okulumuzdan memnun kalırsınız.” “Umarım” dedim devam etti: “Öğrencilerimiz hakkında şunu belirtmeliyim; onlar gündüz çalıştıkları için pek gündüz görünmezler, ancak gece görebilirsiniz, bundan daha önemlisi, hem çalışıp hem okudukları için sağlıkları pek yerinde değildir, zayıf ve bakımsız görünürler. Ama, onları dışlamaktansa kazanmak gerekir. Görünüşleri sizi tedirgin etmesin, bulaşıcı bir hastalık yok, sadece ve sadece yeterli beslenemiyorlar.” Sufi Bey bunları söylerken, ben de onu incelemiştim. Kendisinin de pek iyi beslendiği söylenemezdi. Tarif ettiği öğrencilere benziyordu. Bunca antika, lüks eşyalar ve beslenemeyen öğretmen ve öğrenciler... Garip bir ikilemdi bu.
      Saatime baktım. İlk dersimin başlamasına on üç dakika vardı. Müdür Bey’den müsaade isteyip odadan çıktım. Peşimden çıkan iri bekçiye-bekçi olduğuna pek inanmamıştım-öğretmenler odasını sordum. “Soldan yedinci kapı” dedi iri işaret parmağıyla göstererek. Sağ eliydi ve kocaman, siyah bir yüzük takılıydı. Üzerinde de, bahçe kapısındaki armanın aynısı vardı. Teşekkür edip oraya doğru ilerledim. Kapı hafif aralıktı. İttirince iyice açıldı. Aynı Ortaçağ havasına daldım. Oymalı bir sandalyeye oturdum, önümdeki kocaman masa da, kesinlikle bir sanat şaheseriydi. Odada sadece ben vardım. Diğer öğretmenler neredeydi? Belki son anda geliyorlar ya da bugün sadece benim dersim var diye düşünürken, bir zil çaldı. Zilden daha çok bir gonga benziyordu. Saatime baktım, daha beş dakika vardı derse, bu, öğrenci gongu olmalıydı. Bu sırada dışarıdan ayak sesleri geldi; koşuşturan, bağırıp çağıran öğrenciler sınıflarına gidiyorlardı. İyi ama, bahçe ve koridor boştu, bunlar nereden  gelip nereye gitmekteydiler? Belki bir oyun alanı falan vardı ve oradan çıkmışlardı. Ya da bir servis falan gelmişti benden sonra, bilemiyordum. Bunları düşünürken, ikinci bir gong daha çaldı. Çantamı alıp öğretmenler odasından çıktım, sınıfların yukarıda olduğunu tahmin ederek yukarıya çıkan merdivenlere yöneldim. Kara mermerden basamakları çıkarak, üst koridora ulaştım. 10/A sınıfınaydı ilk dersim. Sınıf kapılarının üzerinde koyu kırmızı harfler ve rakamlarla sınıflar ve şubeler yazılıydı. Aradığım sınıfı buldum, içeriden hafif uğultular geliyordu. Ağır sınıf kapısının pirinç kolunu kavrayarak açtım, içeriden kesif bir koku hücum etti. Sanki sınıfta bir hayvan leşi vardı. Kapıyı açmış olduğum için girmek mecburiyetinde kaldım. Müdür Bey’in söylemiş olduğu gibi bakımsız öğrenciler karşımdaydı işte. Bana bakarlarken yutkunuyorlar gibi geldi. Ayağa kalkmış “oturun!” dememi bekliyorlardı galiba. “Oturun!” dedim ama hiç birisi oturmadı. Tekrarladım, hiç oralı olmadılar. Aralarından bir tanesi adeta gırtlaklanıyormuş gibi bir sesle “Hoş geldiniz sevgili öğretmenimiz, biz de sizi bekliyorduk hasretle” dedi. Sesi, bütün tüylerimi diken diken etmişti. Kendi sesim titremeye başlamıştı: “Hoş-bulduk. Se se sen hasta mısın, sesin iyi değil” diyebildim. Cevapladı: “Yoo, hasta değilim, hatta sizi görünce, kendimi daha iyi hissettim.” Yavaş yavaş sıralarından ayrılıp, bana doğru geliyorlardı. Gözleri parlıyor ve mütemadiyen yutkunuyorlardı. Konuşan öğrenci elimi tuttu ve beni kendine doğru çekmeye başladı, diğerleri de kollarıma, bacaklarıma, boynuma yapışmış ve çekiyorlardı. “Ne oluyor?! DURUN!!! SAYGISIZLAR!!” Çığlıklar halinde bunları söylüyordum. Aniden sol kolumda müthiş bir acı hissettim, öğrencilerden (!) birisi kolumu dişlemişti. Ve hemen peşinden onlarca diş etlerimi parçalamaya başladı. Bu gece okulunun bir okul değil, efsanelerde sözü edilen Yamyam Zombilerin gerçekliğini ispatlayan bir mekan olduğu gerçeği aniden kafama dank etmişti. Bilincimi yitirmeden önce, son duyduğum ses şu idi: “Yeterince beslenemiyoruz Hocam!!!”

                                                                                                                             Mahir ÖZDİLEK
                                                                                                                                  01.10.2002

6 Aralık 2012 Perşembe

AYNANIN ÖTESİ


       Kendini bildi bileli oradaydı o boy aynası. Evde daha başka aynalar olmasına rağmen, o boy aynası çok farklı geliyordu İsmail’e. Daha küçücük bir çocukken şahit olduğu ama artık gerçekleşmiş olabileceğini hayal meyal hatırladığı o garip olay, zaman zaman rüyalarına giriyordu. Ama, oldukça sisli görüntülerle. Henüz bir-bir buçuk yaşlarındayken kaybolan dayısıyla ilgiliydi olay. Dayısını evden kaçtığını söylemişlerdi İsmail’e. Fakat o, bunun yalan olduğunu adı gibi biliyordu. Ve dayısının kaybolması, o boy aynasıyla yakından ilgiliydi. Çok az hatırlayabildiği olay sonucu, ancak şu yorumu yapabiliyordu: Ayna, dayısını “yemiş” idi! Ve o aynadan her zaman için korkmuştu. Durumu çevresine anlatmaya çalışmıştı ama hiç kimse ona inanmamış, hatta delilikle bile suçlayanlar olmuştu. İsmail de, o aynanın gizemini, dayısını nasıl ve niçin kaybolduğunu bulmaya ve haklılığını ispatlamaya and içmişti. Ve sırrı keşfetmeden, konuşmayacaktı bu konuda bir daha.
       Gecenin derin sessizliğinde uyandı birden. Bir kilo tuz yemiş gibi yanıyordu içi. Yatağında doğruldu, terliklerini giydi, koridoru hızla aşarak mutfağa gitti ve buzdolabından çıkardığı sürahiyi dudaklarına götürerek kana kana içti. Gökyüzünde dolunay vardı, ortalığı gümüşi pırıltılara boğmuştu. Birden, korkunç bir duygu, müthiş bir korkuyla ürperdi. Odasına koşarak ışığı açtı. Dayısı ve aynayla ilgili çalışmaların çıkardı, hızlı hızlı okudu. Dayısının kayboluş tarihi 21 Haziran idi. Ve galiba saat02:30 civarlarıydı. Gayri ihtiyari saate baktı, 02:25’i gösteriyordu. Kayboluş gecesi ortalığı gümüşi nurlara boğan dolunay vardı. Bir video kaset oynatıcısının düğmesine basılmış gibi beyninde bazı şeyler oynaşmaya başladı. İsmail bir-bir buçuk yaşlarındaydı, sıcak bir yaz gecesiydi. Acemi adımlarla ve duvara tutunarak alacakaranlıkta ilerleyen İsmail, odalarının kapısına ulaşmış ve uyuyan ana-babasını bırakarak koridora çıkmıştı. Dayısı oradaydı, o boy aynasının karşısında. Elinde kırmızı kaplı ince bir kitap tutuyor ve oradan bir şeyler okuyarak aynaya bakıp duruyordu. Bir süre sonra bir şeyler oldu, ayna, içine ay doğmuş gibi parlamaya başladı. Dayısı kitabı aynayla duvarın arasında kalan boşluğa sokuşturdu, gözlerini kapattı ve anlaşılmaz bir şeyler mırıldanarak aynaya doğru hamle etti. Ve donuk pırıltılı camın içinde yitiverdi. Ayna, pırıltısını kaybederek eski haline geldi. Yıllardır, silik rüyalar ve hatıralar olarak hayatında yer kaplayan bu olay, bilinmeyen bir sebeple birden, daha beş dakika önce yaşanmış gibi zihninde canlanıvermişti. İsmail koridora çıktı ve ışığı açtı. Aynanın önüne geldi, bir ürpertiyle sırlı cama baktı. Sonra elini aynayla duvarın arasındaki boşluğa soktu, bir süre boşluğu yokladıktan sonra, ince bir kitabı yakaladı. Kalbi heyecanla çarparak kitabı boşluktan çıkardı. Kırmızı cildin üzerinde hiçbir yazı yoktu. Titreyen parmaklarla kapağını açtı. Oldukça garip kelimeler vardı. Tam olarak emin olmamakla birlikte, Latince bir şeyler yazdığına inanmaya başladı. Elinde olmadan, karşısında yazan kelimeleri okumaya başladı: “Anito vetiuwm con ursus pari tone .....” Latince bildiği falan yoktu ama, okuduğu kelimeler sanki beyninde daha önce kazınmıştı. Bir beş-altı dakika kadar okudu. Aynadan garip bir ışık yayılmaya başlamıştı, sanki, sanki ay doğuyordu aynanın içine. İsmail büyülenmiş gibi ikinci sayfanın ortasında kitabı kapattı, aldığı boşluğa eliyle ittirdi. “Natius pale um comani” sözleriyle birlikte aynaya doğru bir hamlede bulundu. Parmak uçları, bilekleri, dirsekleri, burnu gözleri sanki dikey ve buz gibi bir havuza girermiş gibi üşümeye başladı, iki adım sonra aynanın durduğu koridordaydı yine. Ama, ters bir şeyler vardı. Sağına soluna bakınırken, birden donup kaldı. Evet, koridordaydı lakin burada her şey tersti. Ve o anda aklına, dayısının kitaplarından birinde, kırmızı kalemle yazılmış olan ve İsmail’in de ilgisini çeken o cümle geldi: “Ters ikiz dünyaların geçiş kapıları aynalardır. Ne var ki sadece bir kez geçiş yapılabilir. Bir canlı, ters ikiz dünyaya geçerse, kendi dünyasına geri dönemez, geçtiği yerde kalır.” Araştırmalarında, bu cümleyi nasıl olup da es geçtiğine inanamıyordu. Evet, aklına gelmişti ama İsmail de dayısı ve adaşı olan kişiyle aynı kaderi paylaştıktan sonra. Ve karşısındaki aynada kendisini değil, hayal-meyal hatırladığı dayısını görünce, kırmızı kalemle yazılmış notun devamını hatırlayıverdi: “Ancak, aynı kandan gelen ve aynı ismi taşıyan kişiler Kırmızı Anahtar Kitabı kullanarak, kendi dünyalarına dönebilirler. Fakat, diğer akrabasını feda ederek...”



                                                                                                                         Mahir ÖZDİLEK

 
                                                                                                                             15.09.2002

Selam ve hoşgeldiniz....