Bina en azından yüz yıllıktı. Mehmet Amca’ların
dedelerinden kalma ve ağır taş işçiliğinin nadir örneklerindendi İskelet
Malikanesi. Oraya niçin bu ismi taktıklarını bilen yoktu. Sadece bir takım
söylentiler vardı. En muteber olanı, burada korkunç bazı cinayetlerin işlenmiş
ve ceset kemiklerinin binanın duvarlarına gömülmüş olmasından bahsedeniydi.
Bir gün malikanenin karşısındaki banka
oturmuş, çalıştığım şirkette terfi etmem gerekirken niçin hala etmediğimi
düşünüyordum. Dalgın dalgın bahçeye, eve göz gezdirirken, evin camlarından
birinde bir karaltı görür gibi oldum. Meraklanmıştım, çünkü bina 25 yıldır
falan kullanılmıyordu. Bir sokak çocuğu, tinerci, şarapçı ya da bir meczup
olabilir diye düşündüm. Gerçi evin perili olduğu söylentileri de yok değildi
ama bir hayalet güpegündüz pencerelerde fink atacak değildi ya! Pek fazla
önemsemedim.
Gece evimde sıkıldım, bir hava almak için
dışarı çıkmaya karar verdim. Eşime sordum, çamaşırların kendisini yorduğunu ve
dinlenmek istediğini belirtti. Bir saat
kadar sonra döneceğimi söyleyerek dışarı çıktım.İskelet Malikanesi bizim
evin bulunduğu sokağın başındaki geniş alandaydı. Oraya doğru yöneldim. Bakalım
gündüz gördüğüm karaltı, hala oralarda mıydı? Bir serseri falansa, polise haber
vermek gerekebilirdi.
Bir süre yürüdükten sonra oraya ulaştım.
Karaltıyı gördüğüm pencereye baktım. Önceleri pek bir şey göremedim. Fakat; bir
süre sonra o pencerede hafif de olsa Bir parıltı olduğunu gördüm.
Meraklanmıştım. Parıltının sebebi, olsa olsa oraya yerleşmeye çalışan ya da
yerleşmiş olan bir evsizin yaktığı mumun ışığı falan olabilirdi. Periler?
Güldüm, burası Ortaçağ Avrupası’nın İskoçyası değildi ki
Malikanenin bahçe kapısına yaklaştım.
Ağır demir kapı, dev bir asma kilitle ve paslı kocaman zincirlerle kapatılmıştı
Ama, üzerinden aşılabilirdi. Sağa sola bakındım, sokak boştu. Bir hamle ile
kapıya tırmanıp, bahçeye geçtim. Yıllardır bakımsız kalan bahçede yabani otlar
her yeri sarmış ve gecenin alacakaranlığında bir korku filmi dekoru ortaya çıkarmıştı. Bastığım yerlerin
hemen önünde hafif hışırtılarla bir şeyler sağa sola kaçışıyordu.
Kertenkelelerden başka ne olabilirdi ki? Biraz heyecanla taş binaya doğru
yürüdüm. Evin giriş kapısı da demirdendi ama kilidi kırılmıştı. Hafif aralık
kapıdan içeri bir göz attım. Tabii olarak hiçbir şey göremedim, çok karanlıktı.
Her zaman yanımda taşıdığım küçük el fenerimi yakıp içeri tuttum. Oldukça
tozlu, çöpler atılmış, moloz parçacıkları olan giriş kısmı pis pis gözümün
önüne serildi. Merakım ve heyecanımdan dolayı pek korku duymuyordum.Sadece
hafif bir ürperti vardı. Aralık duran kapıyı itince, gıcırtıyla biraz daha
açıldı. Yavaş yavaş yürümeye başladım. Duvarlar yılların yorgunluğu ile
olgunlaşmış insan yüzleri gibi bakıyordu bana. Aşağı katta genelde hizmetçi
odalarıyla mutfak, kiler v.b. vardı. Ver her odada çöpler, örümcek ve diğer
böcek örnekleri, kertenkeleler, toz, yoğun bir çürümüşlük kokusu vardı.Aşağı
katlarda öyle olağanüstü bir şey yoktu. Bazı köşelerden korkuyla fırlayan
kediler sağa sola kaçışıyordu,o kadar. Varlığım onları huzursuz etmişti.
Üst kata uzanan merdivenlerin önüne
geldim. Ev, bodrumla birlikte üç kattı. Merdivenleri tırmanırken ayakkabılarım
tok sesler çıkarıyordu. Yukarıya varınca sağa yöneldim, çünkü pırıltıyı
gördüğüm pencere o taraftaydı. Galiba orta odalardan biriyi. Bu yüzden ilk
odaya bakmadım. Doğruca üçüncüye yöneldim. Hafif aralık duran kapıdan aynı ışık
göz kırpıyordu sanki. Odaya ilerlerken yerde demir bir su borusu parçası
görerek, ne olur ne olmaz diyerek elime aldım. Sağ elimde boruyu sıkı sıkı
tutarak kapıyı ittirdim. Ve gördüğüm şeyin şokuyla kendimi kaybederek, oracığa
yığıldım.
Kendime geldiğimde bir an için bir kabus
gördüğümü sandım ama o metruk malikanede olduğumu da anladım sonra. Saatime
baktım, evden çıkalı henüz kırk beş dakika olmuştu. Demek ki baygınlığım on-on beş
dakika ancak sürmüştü.Gördüğüm şeyin etkisiyle tir tir titriyordum. Galiba,
galiba bir çeşit hayalet falandı. Ama, benim bildiğin ve inandığım kadarıyla
hayalet diye bir şey yoktu. Ve varsa bile gündüz pencerede karaltı şeklinde
görünmezlerdi, gece ortaya çıkarlardı. Her ne ise, burada fazla kalmak aklıma
zarar verecekti. O anda fark ettim ki, düşünce fenerim de kırılmış ve kaybolmuş
olmalıydı, sadece dışarıdan içeriye pencereden sızan çok hafif sokak
lambalarının ışığıyla etrafımı hayal meyal görebiliyordum. Ayağa kalktım ve el
yordamıyla merdivenleri aramaya başladım. Ama, içerisi zifiri karanlıktı. Ve o
şeyle tekrar karşılaşmak istemiyordum. Bir an için bir kez görmek yeterliydi.
Aklım bir anda aydınlandı. Gördüğüm her ne ise bana en küçük bir zarar bile
vermeden kaybolmuştu. Onu gördüğüm oda da boştu, garip pırıltısıyla “hayalet”
yoktu orada. Tekrar o odaya döndüm ve sokak lambalarının sızdığı pencereyi
açtım. Gecenin serin meltemi iyi gelmişti, biraz toparlanmıştım. Bir saatim
dolmuştu, eşim merak ederdi. Ateş taşımak sünnettir, bu yüzden taşıdığım gazlı
çakmağımı yakarak, odadan çıkıp merdivenlere doğru tekrar ilerlemeye başladım.
Aşağıya doğru inerken çakmağım elimi yaktı, söndürüp soğumasını beklemeliydim.
Gözüm karanlığa alışınca alt katta artık aşina olduğum garip pırıltıyı
“hissettim”. Titremeye başladım, bir yandan da aklıma gelen bütün duaları
okuyordum. Eskisi kadar da korkmuyordum çünkü ilk karşılaşmamızda zarar
vermemişti. Görünüşünü hatırlamaya çalıştım. Bir “hayalet” olmasına rağmen
şeffaflık ve uçma olayı dışında bir insana benziyordu galiba. Bir genç kız,
başının sağ tarafı parçalanmış, beyin, kemik vekan dokuları birbirine karışarak
gri saçlarına yapışmış genç bir kızdı galiba. Ağzını açıp-kapatıyor, bana bir
şeyler söylemeye çalışıyor gibiydi bayılana kadar geçen kısacık zamanda
gördüğüm kadarıyla. Ve yine aynı şeyle karşılaşacaktım. Eh en azından görünümü
ürpertici olsa da bir yaratık gibi falan da değildi. Kendimi ikinci
karşılaşmaya hazırladım. Bu sefer
bayılmayacaktım. Kendimi cesaretlendirmeye çalışarak, basamakları yavaş yavaş
inmeye başladım. Her adımımda parıltıya yaklaşıyordum. Kalbimin atışı ve nefes
alış-verişlerim oldukça hızlanmıştı. Son basamağı da indim. Parıltı solumdaydı.
Dişlerimi ve kendimi sıkarak kafamı o yana çevirdim. İşte oradaydı! Parçalanmış
kafatası, süzülür gibi havada salınışı ve bir balık gibi ağzını
açıp-kapatışıyla. Sol gözü parçalanan kısımda olduğu için yoktu. Sağ gözüyse gri
bir pırıltıyla doğruca bana bakmaktaydı. Derin bir sessizlik içindeydik. Yavaş
yavaş bir fısıltı duyulmaya başlandı. Rüzgarın bir oyunu diye düşündüm. Aniden
sesin kaynağını anladım. Karşımdaki hayalet benimle konuşuyordu. Seslere kulak
kabarttım. “Yardım edin, ne olur yardım edin” diyordu. Sürekli aynı şeyleri
tekrarlıyor ve tek gözüyle de sözlerine destek oluyordu. Beb de ağzımı açarak
“mesele nedir?” diye sordum ama kendi sesimi duyamamıştım. Demek ki korku,
heyecan ve meraktan dolayı sesim çıkmamış, sadece zihnen konuşmuştum. Tekrar
denedim, ancak güçlü bir fısıltı halinde tekrarladım: “mesele nedir?” Hayalet,
yine konuşmaya başladı: “Burada hapsoldum ve yıllardır çıkamıyorum” “Peki benden ne istiyorsun” dedim. Bana
“astral bedenimi ruh kapanından çıkar” dedi. “Ruh kapanı mı? Astral beden
nedir?” Sorularımı cevaplamaya başladı. “Astral beden, ruhun elbisesidir,
kabuğudur. Maddi beden gibi, ruh onu giyer. Ruh kapanı da, saf enerjiden oluşan
astral bedenimizin hapsolduğu bir zindandır. Oraya yakalanan için zindan olan
kapan, kullanan için bitmez bir enerji kaynağıdır. Astral bedenleri bir pil
gibi kullanan kapanın enerjisi, kötü insanların elinde korkunç bir silaha
dönüşebilir.” “Peki” dedim “Seni oraya kim hapsetti?” “Burayı yapan müteahhidin torununun oğlu. Bu
ev terk edildikten sonra beni ve bazı insanları da çeşitli yollarla kandırarak
buraya getirdi ve bizleri öldürdü. Satanist Terör isimli bir örgüte üyedir.
Bizlerin enerjisini sapık örgütü için kullanmaya çalışıyor. Ama henüz tam bir
başarı sağlayamadı.” Söylenenler çok ciddi ve uçuk iddialardı. Korkum falan
kalmamıştı. Anladığım kadarıyla bu evde olan bir şeylere müdahale etmezsem, çok
kötü bazı güçler etrafı cehenneme çevirecekti. Hayalete, astral bedenlerinin
evin neresinde ve nasıl bir “hapishane” içinde olduğunu ve ne yaparsam yardımcı
olabileceğimi sordum. Bana, kendilerini öldüren katilin bodrum katta gizli bir
odası olduğunu ve oradaki dev bir dolapta da astral bedenlerinin hapsedildiğini
söyledi. Kendisini takip edersem, beni gizli odaya götüreceğini belirtti.
Aklıma eşim geldi, cep telefonuyla arayarak, arkadaşlara takıldığımı ve eve
daha geç dönebileceğimi belirttim. Biraz sitem etti ve pek kalmamamı da ekledi.
Telefondan sonra hayaletin peşine takıldım. Bodruma inen merdivenlerin
başladığı kapıya vardık. Aralık duran kapıyı ittim. Çakmak elimi yaktı gene.
Hayalet bana sol tarafımda bir elektrik düğmesi olduğunu söyledi. El yordamıyla
anahtarı buldum ve basınca merdivenler ve aşağısı bir ışık seline boğuldu.
Gözlerimin kamaşması geçince hayaleti aradım ama tabii ki ışıkta görünmez
olmuştu. O anda ellerime kadifeden daha yumuşak, adeta hafif bir esinti gibi
bir şey dokundu. Soğuktu da bu dokunuş. Aşina fısıltıyı duydum: “Korkma, benim,
ellerini tuttum, böylece birbirimizi kaybetmeyiz.” Hafifçe ürperdim, ne de olsa
bu gibi olaylar insanın başına nadiren, yok denecek kadar az gelir. Her neyse;
hayaletin soğuk elleri ellerimde, merdivenleri indik. Bodrum oldukça serin
miydi yoksa içinde bulunduğum olaylardan dolayı buz mu kesmiştim., bilemiyorum.
Titreyerek kare şeklindeki bodrumun sağda en köşesine gittik. Depoya benzeyen
bir odanın kapısına ulaştık, kilitliydi. Hemen arkamda bir sürü ıvır-zıvır dolu
kutular vardı. Onları karıştırarak sağlam bir demir parçası buldum. Kapıyla
menteşe arasına girecek kadar bir çıkıntı da vardı. Hemen harekete geçerek
kapıyı zorladım, zorladım, zorladım... Bir süre sonra kapı çatırdayarak açıldı.
İçerisi karanlıktı ama elektrik anahtarını kolay buldum, düğmeyi çevirince oda
aydınlandı. İçerisi oldukça karmaşık elektronik aletlerle doluydu. Bir yığın
monitör, gösterge, ışık ve düğme vardı. Bir de, odanın en az yarısını kaplayan
dev, simsiyah bir dolap! Hayaletin fısıltısı tekrar duyuldu: “İşte, astral
bedenlerimizin hapsedildiği kara dolap. Onu açabilirseniz, ben ve diğer
kurbanlar hürriyetine kavuşabilecekler.” Dolaba doğru ilerledim ve kapak kısmı
olarak tahmin ettiğim bölümü incelemeye başladım. Pürüzsüz ve çok koyu siyahtı.
Çelikti galiba ve zorlamayla açılacakmış gibi de görünmüyordu. Hayalet gene
konuşmaya başladı: “Şu düğmelere basılmalı” diyerek elimden tutarak telefon
gibi tuşları olan bir bölmeye götürdü beni. Anlaşılan bu kapı şifreliydi.
Hayalet bu sırada bazı rakamlar söylemeye başladı:”3-1-4-0-0-9-3-9” Söylenen
rakamlara göre tuşlara bastım ama hiçbir şey olmadı. Soğuk el, elimi kırmızı
bir düğmeye de götürerek basmamı istedi. Oraya da dokununca hafif bir “klik”
sesiyle dolabın kapakları hafifçe aralandı. Hayalet sevinçle fısıldadı:
“Kapakları iyice açın, korkmayın, bir şey olacak değil size.” Bütün vücudum zangır
zangır titreyerek kapaklara yaklaştım, aklıma gelen bütün duaları okuyarak
yavaşça açmaya başladım. Önceleri hiçbir şey anlayamadım. Karşıma baştan ayağa
buz tutmuş cesetler çıktı. Bunlar, bunlar resmen bana “bakıyorlar” idi!
Titremem olabildiğine artmış ve beynim de paniğe kapılmak üzereydi. Bunlar hiç
de hayalete benzemiyorlardı. Buzları hızla çözülmekteydi. “Ama, ama bunlar astral beden, hayalet falan
değil, tam bir ölü gibi de gözükmüyorlar, canlı cesetler, bunlar, bunlar
ZOMBİLER!!!” Çılgınca paniğim başlamıştı. Her şeye rağmen son bir hamleyle
kaçmaya çalıştım ama bir zombi bana doğru atılarak yere düştü ve çelik gibi
elleri ayağımdan beni yakaladı. İğrenç görünümler ve tüyler ürpertici seslerle
bedenimin her yanına elleri yapıştı., vahşi bir açlık şehvetiyle dişleri
etlerime geçti. Acıdan kendimi kaybetmiştim.
Kendime geldiğimde, müthiş bir açlık
duyuyor ve çiğ et yemek istiyordum. Zombiler beni tam olarak yememişlerdi.
Ölmemiştim ama salyalarından bulaşan virüsün etkisiyle ben de onlardan biri
olmuştum. Beni bu olaylara çeken genç kız hayaletinin zombi bedeni, iğrenç
yarım kafasını suratıma yaklaştırmış, gülüyordu. Ve bir eliyle, karşı duvarda,
beyaz bir çerçeveyi gösterdi. Orada bir atasözü yazılıydı: “İyilikten maraz
doğar”
26.09.2002
Mahir ÖZDİLEK
İSTANBUL