-
Mehmet Emmi, kalk biraz gayret, uyuma emmi, kalk haydi
ne olur dayan.
Leyla’nın
kocası Yaşar, Mehmet Amca’yı hızla sarsıyor, bir yandan da bağırıp uyanık
tutmaya çalışıyor. Kendi ayakları da uyuşmaya başlamış. Kafasını sadece gözleri
açıkta kalacak şekilde sardığı halde yüzü buza dönüşmüş. Yaşar bunları düşünmek
istemiyor, amacı yol arkadaşını gayrete getirerek devam etmek. Çeliğe dönüşen
kar taneleri gözlerini oyuyor. Ah diyor içinden şimdi gözlüklü olmak vardı.
Yoldaşı biraz daha gayret etse, en azından kuytu bir yer bulabilirler
soluklanmak için.
Mehmet Amca gözlerini araladı,
bıyığındaki buz sarkıtçıkları hareketlendi, neredeyse fısıltıyla
-
Çok uykum var oğlum, dayanamayacağım ben, sallayıp
durma
-
Olmaz emmi, hayatta olmaz, seni bırakmam, anca beraber
kanca beraber.
Beyaz ölüme
yün döşekmiş gibi yığılıyor amca ve Yaşar onu kollarından tutup son bir
gayretle çekip sarsıyor. Aklı da donmuş sanki, aniden bir tokat. Çakmak çakmak
açılan yaşlı gözler şaşkın. Yavaşça doğruluyor, ağır adımlarla ilerlemeye
başlıyor Mehmet Amca ve biraz yürüyünce açılıyor.
-
Tokadı da yedik ha! Ama iyi ettin Yaşar oğlum, donup
gideceğiz uyusak.
-
Kusura bakmayasın emmi, hakkını helal et, çok özür
dilerim.
-
Olur mu evladım? Hayatımı kurtardın sayılır.
İki yoldaş ağır aksak ilerliyor. Tipi
Cehennemim kendisi. Sayısız çelik iğne gözlerini kurşunlamaya devam ediyor. Onca kalın
giysinin altına buzlu su gibi sızıyor. Ah bir bardak, kocaman sıcacık bir bardak
çay olsa şimdi. Yanında da tereyağ sürülmüş köy ekmeği, buhar buhar… Bunları
hayal ederken kendinden uzaklaştı, farkında değil. Bedenini seyrediyor, her
adımı, nefes alıp verişi ağır çekim. Gün dönüyor, akşam azıcık dinledikten
sonra aydınlık bir gece iniverdi. Gördüğü tek şey sadece bir renk: Beyaz. Soğuk
kefen. Beyaz, beyaz, beyaz, beyaz…. Sarı! Yavaşlamış tipi görüşünü
keskinleştirmiş. Cama dönüşen gözlerini ovuşturdu. Tekrar bakıyor, evet hayal
değil uzakta minicik görünse de bir sarı, sıcak renk.
-
Emmi, ileride bir ışık gördüm sanki.
-
Emin misin Yaşar oğlum? Hayal falan olmasın?
-
Yok emmim, tekrar tekrar bakıyorum hayal değil.
Mehmet Amca yaşlı gözlerle bakıyor,
göremedi. İnşallah yanlış değildir, inşallah kurtulacağız, ölmeyeceğiz diye
düşünüyor. Bata çıka yürümeye devam.
Sarı leke her adımda büyüyor Yaşar’ın
gözünde. Karla kaplanmış bir bina yükseldi bakışlarında. Penceresi büyükçe ve
sarı sarı parlıyor. Canlanan adımlarla yapının yanına yaklaştılar. Cama
tıklatınca, pala bıyıklı, sakallı bir baş belirdi, sonra hafif bir gıcırtıyla
duvardaki karlar döküldü, açılan kapıdan içeri buyur edildiler.
-
Aman kardeşler, aklınızı peynir ekmekle mi yediniz? Bu
ölüm havasında dışarıda ne işiniz var? Allah sizi seviyor ki burayı buldunuz.
Geçin geçin.
Tok sesli ev sahibinin peşinden binaya
girdiler. Ev mi? Bir ahır burası. Geniş. İnekler, koyunlar alçak çitle çevrili
alanda tavuklarla birkaç horoz. Havlayıp duran oldukça iri üç köpek, kalın
iplerle bağlanmışlar. Az ilerde bir odacık, adam orada kalıyor olmalı. İçerisi
ılık, sıcak değil ama dışarıdaki soğuk Cehennemden sonra burası bir Cennet.
- Az
bekleyin ağalar, hemen sıcak odaya girerseniz malum iyi olmaz, kangren
olursunuz. Ben dışarıdan kar getireyim vücudunuzu biraz ovuşturalım da öyle
geçin içeri, pek iyi görünmüyorsunuz. Ha bu arada adım Ali, Danacıların Ali
derler.
Ev sahibi bir leğenle dışarı çıktı,
samanlara yığılan Yaşar’la
Mehmet Emmi soluklanıyorlar. Biraz sonra adam geliyor. Kalın
kışlıklar çıkarılıyor, kol ve bacaklar karla hızlı hızlı ovuluyor.
-
Şimdi
bizim odacığa geçelim kardeşler hele deyin şimdi sizler kimsiniz neden bu deli
havada yola çıktınız?
-
Ben Mehmet, Göbekçilerden. Bu da köylüm Yaşar, Gubağın
Yaşar derler. Yola çıkmak zorundaydık çünkü köyümüzde ağır hastalar var onlara
ilaç gerekiyordu. Biz de bu yüzden yola çıktık. Kestirme olur diye bu dağ
yoluna saptık ama tipi fena bastırdı. Galiba yolu da biraz şaşırınca senin
buraya geldik ama iyi ki geldik. Bu çiftliği bilmiyorduk, seni de bilemedik Ali
oğlum?
-
Mehmet
Emmi ben burayı yapalı birkaç yıl oldu. Komşu köydenim. Orada bir davadan
dolayı buraya gelip yerleştim, biraz param vardı, burası da bana uygun göründü,
devletten tapusunu aldım, çalışıp eş dostun yardımıyla da bu binayı diktik.
Öyle kendi halimde hayvanlarımla yaşayıp gidiyoruz işte. Pek sağa sola gitmem,
işte yağ, mum, mazot, şeker gibi şeyler almak için arada ilçeye gidip gelirim o
kadar. Bir de jeneratörüme parça lazım olursa onun için inerim.
Yoldaşlar o ana kadar dikkat
etmedikleri durumun farkına vardılar jeneratör lafını duyunca, ahırda sarı sarı
parlak lambalar tavandan sarkıyordu. Odacıkta da bu güçlü lambalardan olmalıydı
ki uzaktan ışığını gördükleri şey bundan başka bir şey olamazdı.
-
Anladım Ali
oğlum. İyi yapmışsın, en iyisi bazen kenara çekilip kendi yağınla kavrulmaktır.
-
Öyle emmi.
Neyse hadi odacığa geçelim de size şöyle güzel bir ziyafet çekeyim.
Tereyağımız, peynirimiz, yumurtamız en hasından çok şükür. Yufkamız da bol ve
taze.
Beraberce adamın kaldığı bölüme
geçiyorlar. Mavi kapı açılır açılmaz sıcacık bir hava dalgası yüzlerini yalayıp
mutluluk veriyor. Ev sahibi hemen oradaki bir dolaptan yiyecekleri çıkarıp
açmış olduğu yer sofrasının üzerine diziyor. Ateşten nar gibi kızarmış kuzine
sobanın üstünde kaynayan çaydanlıktan da demli çayları koyuyor. İyice
kendilerine gelen yoldaşlar, lezzetli ve keyifli bir kahvaltı ederken, sohbeti
de koyulaştırıyorlar. Bir süre sonra Ali, hayvanlarla ilgileneceğini,
jeneratöre mazot falan koyacağını söyleyip müsaade istiyor. Sobanın
karşısındaki büyük yastıkları ve battaniyeleri işaret ederek;
-
Biraz yatıp
dinlenin, bu havada yola devam edemezsiniz. Gece burada kalmak zorundasınız,
tabii ölmek istemiyorsanız. Sabah olsun hava açarsa, yumuşarsa gidersiniz,
diyor.
Bu teklife hayır demek isteseler de
bedenleri buna izin vermiyor. Tok karın, sıcak odayla birleşerek, yoldaşları
huzurlu, derin bir uykuya teslim ediyor.
Mahir ÖZDİLEK