7 Ocak 2013 Pazartesi

TİPİ


-         Mehmet Emmi, kalk biraz gayret, uyuma emmi, kalk haydi ne olur dayan.
            Leyla’nın kocası Yaşar, Mehmet Amca’yı hızla sarsıyor, bir yandan da bağırıp uyanık tutmaya çalışıyor. Kendi ayakları da uyuşmaya başlamış. Kafasını sadece gözleri açıkta kalacak şekilde sardığı halde yüzü buza dönüşmüş. Yaşar bunları düşünmek istemiyor, amacı yol arkadaşını gayrete getirerek devam etmek. Çeliğe dönüşen kar taneleri gözlerini oyuyor. Ah diyor içinden şimdi gözlüklü olmak vardı. Yoldaşı biraz daha gayret etse, en azından kuytu bir yer bulabilirler soluklanmak için.
      Mehmet Amca gözlerini araladı, bıyığındaki buz sarkıtçıkları hareketlendi, neredeyse  fısıltıyla
-         Çok uykum var oğlum, dayanamayacağım ben, sallayıp durma
-         Olmaz emmi, hayatta olmaz, seni bırakmam, anca beraber kanca beraber.
Beyaz ölüme yün döşekmiş gibi yığılıyor amca ve Yaşar onu kollarından tutup son bir gayretle çekip sarsıyor. Aklı da donmuş sanki, aniden bir tokat. Çakmak çakmak açılan yaşlı gözler şaşkın. Yavaşça doğruluyor, ağır adımlarla ilerlemeye başlıyor Mehmet Amca ve biraz yürüyünce açılıyor.
-         Tokadı da yedik ha! Ama iyi ettin Yaşar oğlum, donup gideceğiz uyusak.
-         Kusura bakmayasın emmi, hakkını helal et, çok özür dilerim.
-         Olur mu evladım? Hayatımı kurtardın sayılır.
         İki yoldaş ağır aksak ilerliyor. Tipi Cehennemim kendisi. Sayısız çelik iğne gözlerini   kurşunlamaya devam ediyor. Onca kalın giysinin altına buzlu su gibi sızıyor. Ah bir bardak, kocaman sıcacık bir bardak çay olsa şimdi. Yanında da tereyağ sürülmüş köy ekmeği, buhar buhar… Bunları hayal ederken kendinden uzaklaştı, farkında değil. Bedenini seyrediyor, her adımı, nefes alıp verişi ağır çekim. Gün dönüyor, akşam azıcık dinledikten sonra aydınlık bir gece iniverdi. Gördüğü tek şey sadece bir renk: Beyaz. Soğuk kefen. Beyaz, beyaz, beyaz, beyaz…. Sarı! Yavaşlamış tipi görüşünü keskinleştirmiş. Cama dönüşen gözlerini ovuşturdu. Tekrar bakıyor, evet hayal değil uzakta minicik görünse de bir sarı, sıcak renk.
-         Emmi, ileride bir ışık gördüm sanki.
-         Emin misin Yaşar oğlum? Hayal falan olmasın?
-         Yok emmim, tekrar tekrar bakıyorum hayal değil.
        Mehmet Amca yaşlı gözlerle bakıyor, göremedi. İnşallah yanlış değildir, inşallah kurtulacağız, ölmeyeceğiz diye düşünüyor. Bata çıka yürümeye devam.

        Sarı leke her adımda büyüyor Yaşar’ın gözünde. Karla kaplanmış bir bina yükseldi bakışlarında. Penceresi büyükçe ve sarı sarı parlıyor. Canlanan adımlarla yapının yanına yaklaştılar. Cama tıklatınca, pala bıyıklı, sakallı bir baş belirdi, sonra hafif bir gıcırtıyla duvardaki karlar döküldü, açılan kapıdan içeri buyur edildiler.

-         Aman kardeşler, aklınızı peynir ekmekle mi yediniz? Bu ölüm havasında dışarıda ne işiniz var? Allah sizi seviyor ki burayı buldunuz. Geçin geçin.

       Tok sesli ev sahibinin peşinden binaya girdiler. Ev mi? Bir ahır burası. Geniş. İnekler, koyunlar alçak çitle çevrili alanda tavuklarla birkaç horoz. Havlayıp duran oldukça iri üç köpek, kalın iplerle bağlanmışlar. Az ilerde bir odacık, adam orada kalıyor olmalı. İçerisi ılık, sıcak değil ama dışarıdaki soğuk Cehennemden sonra burası bir Cennet.
-   Az bekleyin ağalar, hemen sıcak odaya girerseniz malum iyi olmaz, kangren olursunuz. Ben dışarıdan kar getireyim vücudunuzu biraz ovuşturalım da öyle geçin içeri, pek iyi görünmüyorsunuz. Ha bu arada adım Ali, Danacıların Ali derler.

       Ev sahibi bir leğenle dışarı çıktı, samanlara yığılan Yaşar’la Mehmet Emmi soluklanıyorlar. Biraz sonra adam geliyor. Kalın kışlıklar çıkarılıyor, kol ve bacaklar karla hızlı hızlı ovuluyor.
-                    Şimdi bizim odacığa geçelim kardeşler hele deyin şimdi sizler kimsiniz neden bu deli havada yola çıktınız?
-        Ben Mehmet, Göbekçilerden. Bu da köylüm Yaşar, Gubağın Yaşar derler. Yola çıkmak zorundaydık çünkü köyümüzde ağır hastalar var onlara ilaç gerekiyordu. Biz de bu yüzden yola çıktık. Kestirme olur diye bu dağ yoluna saptık ama tipi fena bastırdı. Galiba yolu da biraz şaşırınca senin buraya geldik ama iyi ki geldik. Bu çiftliği bilmiyorduk, seni de bilemedik Ali oğlum?
-                   Mehmet Emmi ben burayı yapalı birkaç yıl oldu. Komşu köydenim. Orada bir davadan dolayı buraya gelip yerleştim, biraz param vardı, burası da bana uygun göründü, devletten tapusunu aldım, çalışıp eş dostun yardımıyla da bu binayı diktik. Öyle kendi halimde hayvanlarımla yaşayıp gidiyoruz işte. Pek sağa sola gitmem, işte yağ, mum, mazot, şeker gibi şeyler almak için arada ilçeye gidip gelirim o kadar. Bir de jeneratörüme parça lazım olursa onun için inerim.
        Yoldaşlar o ana kadar dikkat etmedikleri durumun farkına vardılar jeneratör lafını duyunca, ahırda sarı sarı parlak lambalar tavandan sarkıyordu. Odacıkta da bu güçlü lambalardan olmalıydı ki uzaktan ışığını gördükleri şey bundan başka bir şey olamazdı.

-               Anladım Ali oğlum. İyi yapmışsın, en iyisi bazen kenara çekilip kendi yağınla kavrulmaktır.
-                Öyle emmi. Neyse hadi odacığa geçelim de size şöyle güzel bir ziyafet çekeyim. Tereyağımız, peynirimiz, yumurtamız en hasından çok şükür. Yufkamız da bol ve taze.
      Beraberce adamın kaldığı bölüme geçiyorlar. Mavi kapı açılır açılmaz sıcacık bir hava dalgası yüzlerini yalayıp mutluluk veriyor. Ev sahibi hemen oradaki bir dolaptan yiyecekleri çıkarıp açmış olduğu yer sofrasının üzerine diziyor. Ateşten nar gibi kızarmış kuzine sobanın üstünde kaynayan çaydanlıktan da demli çayları koyuyor. İyice kendilerine gelen yoldaşlar, lezzetli ve keyifli bir kahvaltı ederken, sohbeti de koyulaştırıyorlar. Bir süre sonra Ali, hayvanlarla ilgileneceğini, jeneratöre mazot falan koyacağını söyleyip müsaade istiyor. Sobanın karşısındaki büyük yastıkları ve battaniyeleri işaret ederek;

-              Biraz yatıp dinlenin, bu havada yola devam edemezsiniz. Gece burada kalmak zorundasınız, tabii ölmek istemiyorsanız. Sabah olsun hava açarsa, yumuşarsa gidersiniz, diyor.

            Bu teklife hayır demek isteseler de bedenleri buna izin vermiyor. Tok karın, sıcak odayla birleşerek, yoldaşları huzurlu, derin bir uykuya teslim ediyor. 
                                                                                                   
                                                                                                        Mahir ÖZDİLEK